29 Temmuz 2017

Asya Krizinin 20. yılında ekonomide sıcak paracıların hakimiyeti

Klasik söylemdir; “yıllar ne çabuk geçiyor?” Aradan 20 yıl geçmiş. Tayland’da başlayan Kriz, G. Kore, Endonezya derken dünyayı etkilemişti.
Üzerinde çok bilimsel çalışma yapıldı. Nedenleri araştırıldı. Hatırlayın, adı geçen ülkelerde enflasyon düşüktü. Bütçe açığı yok denecek kadar azdı. Politik istikrar istemediğin kadardı. Diktatörlerin varlığı, “istikrara yaradığı için (?!)” görmemezlikten geliniyordu. Doğrudan yabancı sermaye, sanayiye olduğu kadar dış ticarete açık olmayan inşaat sektörüne de yatırım yapıyordu. Kısacası herkes halinden memnundu. Ortalık güllük gülistanlıktı.
Ancak bir sorun vardı: Dolara sabitlenmiş kur sistemi. Düşük uluslararası rezervlere rağmen ülke kurları dolara bağlanmıştı. Dışarıdan para geldiği sürece sorun olmadı.

24 Temmuz 2017

Yabancıların Türkiye ekonomisine bakışı değişiyor

Almanya ile başlayan son siyasi krizin doğrudan yabancı sermaye girişlerini olumsuz etkileyeceği söyleniyor.

Özetlemek gerekirse, yabancı yatırımcılar için iki tür piyasa vardır: Yatırım piyasası (Investing market) uzun vadeli doğrudan yatırıma uygun piyasa. Yani fabrika yatırımına ağırlık verilebilir ekonomiler. Örneğin, Çin, G. Kore gibi.

Kısa vadeli işlem piyasası (Trading market) deyimi ise Londra ve New York’taki uluslararası dev yatırım bankalarının “dealing room”larında (günlük işlem odalarında) kullanılan bir deyim. Uluslararası finansal piyasalarda kısa vadeli işlem yapan yatırımcıların geliştirdikleri tanımlardan biri.  

Gittikçe daha fazla finansallaşan dünyada, günlük 5-6 trilyon dolarlık döviz işlemi yapan “dealer”lar, (kısa vadeli finansal işlem uzmanla) uzun vadeli yatırımlarla ilgilenmezler. Onlar, üretken fabrika yatırımlarına kredi vermek, proje değerlendirmek gibi işlerden hiç anlamazlar. Emtia, döviz ve sermaye piyasalarında anlık işlemler yaparak para kazanırlar. Günlük mesailerinin çoğunu kur, hisse, enflasyon, faiz, CDS, hedge gibi kavramlarla geçirirler. Önlerinde dört-beş tane işlem ekranı, yakınlarında bir televizyon, üzerlerinde anlık hızlı ve doğru karar alabilmenin baskısıyla hayatları geçer.

20 Temmuz 2017

Bütçesini tutamayan devlet ve çişini tutamayan kişi!

Siyasetçiler ekonomik büyümenin seçmenin oy tercihlerinde önemli etken olduğuna inanırlar. Seçim zamanı gelince, yol şartları ne olursa olsun kamyonun gazına basarlar.

Son referandum ve erken seçim söylentileri, tekrar gaza basıldığını gösteriyor. Bu ortam, artan bütçe açığında, cari açıkta ve finansal sektörde (makro ihtiyari tedbirlerde) gevşeme işaretlerini çoğaltıyor.

Bu bağlamda, önce konut ve beyaz eşyada KDV ve ÖTV indirimleri geldi. Ardından istihdam teşvikleriyle vergi ve SGK ödemelerini kamu üstlendi. Kamuya elaman alımına hız verildi. Vergi ve SGK alacakları birkaç ay aradan sonra yeniden yapılandırıldı.

Yanı sıra büyümenin motoru olan borçlanmanın yavaşlamaması için Kredi Garanti Fonu’nun (KGF) kapsamı genişletildi. Sonrasında bankaların özkaynak hesaplama yöntemi değiştirildi, tahsili gecikmiş alacaklardan kalan gayrimenkullerin sermayeye eklenmesine izin verildi. Son olarak, birden fazla tüketici kredisi borcu olanların sorunlu kredileri için, bankaların ayırması gereken karşılıklarda yumuşamaya gidildi.
Finansal sektördeki gevşemeleri şimdilik bir kenara bırakalım.

Bütçenin ilk altı aylık performansına bakalım.

16 Temmuz 2017

Dünyada büyük merkez bankalarının eli kolu bağlı

Küresel finansallaşmanın ve aşırı serbest kambiyo rejiminin (sermaye hareketleri) bir sonucu olarak ekonomide, işimiz gücümüz FED’i izlemek oldu. Üretimi, yatırımı, teknolojiyi, işsizliği unuttuk. Onlar neredeyse konu olmaktan çıktı. Varsa dolar, yoksa faiz, borsa.

Önceki yazılarımda da belirttim. Finansallaşmanın en büyük ektisi olan ucuz fonlama döneminin sonuna gelindi. Şimdi herkes; faizler ne zaman, ne kadar artacak? Merkez bankaları hangi hızla bilançolarını küçültecekler? Bunları çözmenin derdine düştü.

Sonunda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Merak etmeyin merkez bankalarının eli kolu bağlı. Öyle hızla hareket edebilecek halleri yok.

Önce bir hatırlatma yapayım. Bankalar kısa vadeli para toplar, pasiflerine koyarlar. Bu fonları uzun vadeli kredilere, menkul kıymetlere yatırırlar. Para kazanırlar. Ancak bilançonun aktifi uzun, pasifi kısa vadeli olduğu için, bilançoda vade uyumsuzluğu vardır. Yöneticiler, (eğer bir de döviz riski yoksa) bu riski azaltmak için türev ürünleri kullanarak aktifi sigorta (hedge) ettirirler.

Sektörün bu sorununun farkında olan merkez bankaları, “finansal istikrarı” sağlamayı öne çıkarırlar. Hatta çoğu zaman enflasyon hedeflemesini bir kenara koyarak, finansal istikrarı sağlamak için önlem almaya çabalarlar.

12 Temmuz 2017

Borsalar zirvedeyken kimler kazanıyor?

Dünyada sermaye piyasalarında, uzun zamandan bu yana, bir bayram havası esiyor. Borsalar zirveden zirveye koşuyor. Küçük yatırımcılar her zaman memnun olmasalar da kurumsal yatırımcıların yüzleri devamlı gülüyor.

Borsa tarihsel olarak Anglo-Sakson kuruluşudur. Kısa vadeli finansman açısından İngiltere ve Amerikan ekonomisine katkıları çoktur. Buna karşılık kıta Avrupa’sında ve Japonya’da sigorta şirketlerinin birikimlerine dayalı bankacılık öne çıkar. Dolayısıyla dünyadaki borsaların kuruluş ve gelişme hikâyelerinin arkasında genellikle İngilizce konuşanlar etken olmuştur diyebiliriz.

1990 sonrasında küreselleşme ve buna bağlı olarak finansallaşma, hızla yayılmaya başlayınca, doğru dürüst gelişmiş şirketleri olmayan ülkelere bile ilk önerilen finansal kurum borsa olmuştu. O yıllarda borsa, hisse senedi öyle moda haline geldi ki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, önce eski Sovyet ülkelinde sonra da Afrika dâhil az gelişmiş ekonomilerde papatyalar gibi çoğalmaya başladılar.

8 Temmuz 2017

Dünyada merkez bankaları müziği kapatırken “trade market”e dönüşen ekonomi

Son günlerde iki önemli çalışma yayımlandı.

İlki Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF)’ne ait. İlk cümlesi mealen şöyle, “küresel olağanüstü düşük faiz oranları dönemi sona eriyor.” IIF ardından yükselen piyasa ekonomilerinin durumunu kısaca inceliyor. Hindistan ve Türkiye gibi bazı ülkelerin, bu dönemi yatırımdan çok tüketime dayalı bir büyüme modeliyle geçirdiklerine vurgu yapıyor.

Merkez bankalarının üst kuruluşu olan BIS (Basel International Settlements) ise 2017 yıllık raporunu yayımladı. Dünya ekonomisinden, finansal sektörün son durumunun değerlendirilmesine kadar birçok konuyu içeren oldukça kapsamlı bir çalışma.
Rapor, dünya ekonomisinde dört ana riske dikkat çekiyor: Yükselen enflasyon merkez bankalarını parasal sıkılaştırmaya zorlayacak. Böylesi bir gelişme finansal sektördeki stersi artırır. Büyüme yavaşlayabilir. Bunlara bir de ticarette korumacılık eklenirse büyüme büyük darbe yiyebilir.

Bunlar önemli. Ama orta ve uzun vadeli değerlendirmeler.

5 Temmuz 2017

Bankaların sorunlu kredilerinde son durum

Ekonomide “John Ahmet’in devir daim makinesi” şöyle çalışıyor: Hazine, bankalar ve gücü yeten şirketler dışarıdan ucuz borç alıyor. Yetmezse Merkez Bankası’ndan yardım isteniyor. Bankalar bunların üstüne mevduatları da ekliyor. Sonunda Hazine’ye, KOBİ’lere, tüketicilere, kredi kartı sahiplerine; konut/otomobil almak isteyenlere kredi veriliyor. Böylelikle kamu ve özel sektörün yaptığı tüketim ve yatırım harcamaları artıyor. Ekonomi büyüyor. Ama üretken yatırımlar yeteri kadar çoğalmadığı için yeteri kadar istihdam yaratmadan büyüyor.

Buraya kadar olan bölüm, işin zevkli tarafı.

Ancak bir de eğlencenin sonrası var. Borçların geri ödeme zamanı gelince her borçlu aynı davranışı gösteremiyor.  Kimi yeteri kadar gelir elde edemediği için, bir kısmı diğer borçlarına öncelik tanımak zorunda kaldığı için, bazıları da ödemek niyetinde olmadığı için borç taksitlerini zamanında ödemiyorlar.

3 Temmuz 2017

Gelirinin yarısı kadar dış borcu olan ülke!

Türkiye’nin 2001 Krizinden önce 100 milyar dolar civarında dış borcu vardı. Ağır dış borç alınarak Krizin kısa süreli hasarları giderilmek istendi. Kapsamlı yapısal reformlar hayata geçirildi. Uzun vadede tekrar borçlanmanın azaltılması hedeflendi. Amaç ülkeyi bir daha borç sarmalına sokmamaktı. Politikaları beğenen olduğu kadar eleştiren de oldu ama kriz aşıldı.

Oysa dış borç stoku, 2002 yılsonundan geçen mart ayına kadar sürede yüzde 218 artarak 412 milyar doları geçti.

Dış borç rakamlarına iki yönlü bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Önce alınan borçların milli geliri nasıl etkilediğine bakalım. Sonra toplam dış borcun dağılımına, kimlere ait olduğuna göz atalım.

Dış borç stokunu incelerken aklımızdan çıkarmamamız gereken birkaç şey var. Alınan borç kadar gelirler de artmış mı? Eğer öyle ise, borçlanmada aşırıya kaçılmamış ve alınan paralar gelir getirecek yatırımlara gitmişse çok dert yaratmayabilir. Böyle bir durumda dış borç soku / milli gelir (GSYH) oranının yıllar itibariyle düşüyor olması gerekir. Borç yöneticileri açısından paydanın büyümesi (milli gelirin artması) istenen, beklenen bir durumdur.

Oysa borç sever çevreler, “Borcun nominal büyüklüğünü dert etmeyin, büyüyen ekonomide borç olur.” söylemiyle, insanları borçlanmanın güzel bir şey olduğuna inandırmaya çaba gösterirler.

Bu bağlamda Türkiye’deki durumu şöyle: