Türkiye’nin 2001 Krizinden önce
100 milyar dolar civarında dış borcu vardı. Ağır dış borç alınarak Krizin kısa
süreli hasarları giderilmek istendi. Kapsamlı yapısal reformlar hayata
geçirildi. Uzun vadede tekrar borçlanmanın azaltılması hedeflendi. Amaç ülkeyi
bir daha borç sarmalına sokmamaktı. Politikaları beğenen olduğu kadar eleştiren
de oldu ama kriz aşıldı.
Oysa dış borç stoku, 2002
yılsonundan geçen mart ayına kadar sürede yüzde 218 artarak 412 milyar doları
geçti.
Dış borç rakamlarına iki yönlü
bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Önce alınan borçların milli geliri
nasıl etkilediğine bakalım. Sonra toplam dış borcun dağılımına, kimlere ait
olduğuna göz atalım.
Dış borç stokunu incelerken
aklımızdan çıkarmamamız gereken birkaç şey var. Alınan borç kadar gelirler de
artmış mı? Eğer öyle ise, borçlanmada aşırıya kaçılmamış ve alınan paralar
gelir getirecek yatırımlara gitmişse çok dert yaratmayabilir. Böyle bir durumda
dış borç soku / milli gelir (GSYH) oranının yıllar itibariyle düşüyor olması
gerekir. Borç yöneticileri açısından paydanın büyümesi (milli gelirin artması)
istenen, beklenen bir durumdur.
Oysa borç sever
çevreler, “Borcun nominal büyüklüğünü dert etmeyin, büyüyen ekonomide borç
olur.” söylemiyle, insanları borçlanmanın güzel bir şey olduğuna inandırmaya
çaba gösterirler.
Bu bağlamda Türkiye’deki durumu
şöyle:
Her kriz sonrasında dış
borçlanmanın hızı azalıyor. Ama bu düşüş çok fazla sürmüyor. Kısa bir aradan
sonra dış borçlanma artmaya başlıyor. Konuyu biraz açmak için dış borç/milli
gelir oranına bir daha bakalım. Bu oranın 1996 -2001 arasındaki beş yıllık
dönemdeki artışı 24 puan olurken, 2011 – 2017 arasındaki altı yıllık dönemdeki
artışı 13 puan civarında.
Anlayacağınız dış borçların
artışı durmuyor.
Şimdi gelelim kimlerin dış borç
aldığına.
Grafikte, kırmızı çizgi ile özel sektörün toplama dış borç stoku içindeki
payı (sağ eksende) gösteriliyor. 1990’lı yıllarda özel sektörün payı yüzde
20’nin biraz üstündeymiş. 2001 Krizi
öncesinde yüzde 40’ları geçmiş. Ardından yüzde 35’lere doğru azalan özel sektör
payı 2013 sonrasında yüzde 70’lere çıkmış.
Bu orana tersten bakarsak,
1990’larda dış borçların yüzde 80’lik bölümü kamu kuruluşları ve T.C. Merkez
Bankasına ait iken, 2005 yılından
itibaren dövizli borçların çoğunluğu özel sektöre ait. Dahası, Grafikten de
anlaşılacağı gibi, 1994 ve 2001 Krizleri sırasında, özel sektör borçlarını
azalttığı görülüyor. Ortalık karışınca
dışarıdaki borç vericiler, musluğu kısıyorlar. Nasıl olsa o günlerde ülkede
kriz var ve kamu daha yüksek faizle de olsa borçlanmak zorunda. Riski çok az
olan Hazine’ye borç vermek özel sektöre vermekten daha akıllıca.
Özet açıklamalardan sonra grafiğe
bir kez daha bakın ve mavi ile kırmızı çizginin eğilimlerinin hangi dönemlere
benzediğine dikkat edin.
Ardından şu soruları sorun:
Dövizli borcun kime ait olduğu önemli
mi? Önemli olan borcu geri ödemek için dövizi nereden bulacağınız ve kur
etkilerini kime ve nasıl yansıtacağınız. Sonunda kur artışlarının yükünü vergi
ödeyen ve/veya tüketici üstlenmek zorunda kalıyorsa kolayca döviz bulunsa ne
olur?
Ancak bunlardan daha önemlisi
şu. Bunca döviz borcundan en büyük
getiriyi kimler elde etti? Aslında cevabını hepimiz çok iyi biliyoruz.
Özelikle 2009 Krizinden sonraki dönemde dünyaya hızla ucuz döviz pompalayanlar:
New Yorklu, Londralı, Tokyolu, Frankfurtlu sıcak paracılar.
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı ve kendi hesaplarım
Hocam merhaba,
YanıtlaSilMerkezi yönetim dış borç servisi ile Hazinenin borçlanma stratejisinde açıkladığı dış borç servisi arasındaki fark neden kaynaklanıyor acaba? Cevaplarsanız çok memnun olurum. Teşekkürler