28 Mayıs 2017

Yurttaş mısın tüketici mi?

Mülkiyeliler Birliği’nin Çarşamba Söyleşilerinin geçen haftaki konukları Prof. Dr. Korkut Boratav ile Prof. Dr. Bilsay Kuruç’tu. Dünya ekonomisindeki gelişmelere değindiler. Son zamanlarda bu kadar doyurucu bir söyleşi dinlediğimi hatırlamıyorum.
Bilsay Hoca, son 40 yılda, özellikle uluslararası finansal hareketlerin serbestleşmesiyle, dünyada yurttaşlığın yerini tüketicinin aldığının üstünde durdu.
Dünya 1970’lerde başlayan ve 1990’ların sonunda zirve yapan bir gelişme sonucunda kamu, şirketler ve hane halklarının her yerde borçlandırıldığını bir yer oldu. Toplam borç rakamları havada uçuşuyor. Bir tahmine göre 213 trilyon dolar toplam borç var. Özetle, küçük bir azınlık dışında herkes borçlu. Aldıkları borçla tüketip, ekonomiye can veriyorlar.
Her kesimde olduğu gibi, özellikle kamu borçlarının sebebi de harcamaların fazlalığı değil, gelirlerin azlığı. Yani toplumda kimse vergi vermezken, devletten daha fazla hizmet talep edilmesi.
Bunun sonucunu, Alman ekonomist Wolfgan Streeck, “Satın Alınan Zaman” adlı eserinde, “vergi devletinin yerini borç devleti” aldı şeklinde özetliyor. Devletin ekonomik yapısında yaşanan bu değişimin sonucunda, o devletin ekonomik sınırları içinde yaşayanlar yurttaş değil tüketici/yatırımcı oluyorlar. Yani Piyasa Halkı oluyorlar. Devletten ona göre davranış görmeye başlıyorlar.
W. Streeck bunu bir tabloyla özetliyor.

23 Mayıs 2017

Sistemin bazı parçalarının bakıma/değişime ihtiyacı var

Son günlerdeki bazı gelişmeleri yan yana getirince kafam biraz karışıyor.

Gelmek istediğim konu şu. Geçen yıl, kamu alacaklarının yeniden yapılandırmasına ilişkin kanunun görüşmeleri sırasında, değerli dostum Bülent Kuşoğlu bahsetmişti. Devletin vergi, SGK, gümrük gibi alanlardan alacaklarının aslı (anaparası) 160 milyar liraymış. Bu toplamın 91 milyar lirası vergi alacaklarından, 68 milyar lirası ise SGK alacaklarından oluşuyormuş. Dahası buna yaklaşık 150 milyar liralık ceza ve gecikme faizlerini de eklemek gerekiyormuş.

Benzeri bir rakam, Bülent TAŞ’ın Dünya Gazetesinde yayımlanan makalesinde de var. Yasası geçen yıl TBMM’den geçen, yapılandırmaya konu kesinleşmiş vergi alacağının 90,7 milyar lira olduğunu belirtmiş. Sayın Taş, yazısında toplan yapılandırılan alacaklardan sadece 15,2 milyar liralık tahsilat yapılabildiğini söylüyor. (Ceza ve faizlerin ne kadarının silindiğini ve tahsilat yapıldığını ben yazıda göremedim.)

20 Mayıs 2017

2017’nin 19 Mayıs’ında gençlik

Gelin gençliğin içinde bulunduğu durumu, biraz olsun, anlayabilmek için TÜİK’in son “İstatistiklerle Gençlik, 2016” araştırmasına bakalım.
Türkiye’de, 15-24 yaş arasında 13 milyon genç yaşıyor. Toplam nüfusun yüzde 16,3’ü. Genç nüfus oranının en yüksek olduğu 5 iller; Hakkâri, Şırnak, Siirt, Bayburt ve Ağrı. Ne kadar çarpıcı değil mi? Bu iller aynı zamanda terörün en yoğun iller arasında.
Benim canımı en çok sıkan diğer bir veri ne eğitimde ne de istihdamda yer alan gençlerin sayısı: 15-24 yaş arasındaki gençlerin yüzde 24’ü. Her dört gençten biri ne okula gidiyor ne de çalışıyor.
İşte karar alıcıların oturup, kalkıp, uyumadan, yemeden içmeden üzerinde düşünmeleri, çözüm üretmeden bir saat bile geçirmemeleri gereken konu bu.

17 Mayıs 2017

Washington Konsensüs yıkılırken Türkiye

Yazılarımda sık sık belirttiğim gibi, kapitalizm içine düştüğü bunalımdan çıkış yolu bulmakta zorlanıyor. Şartlar önceki krizlerden farklı. O günlerde lider ülkeler, sözü dinlenen akil adamlar, iktisatçılar vardı. Örneğin 1929 Buhranından çıkarken Keynes’i herkes dikkate aldı. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, yeni hegemon ABD, kendi isteklerini “demokratik (?!)” ortamda kabul ettirdi.

Benzeri bir gelişmeyi 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gördük. ABD, AB ve Japonya yeni dünya düzenini şekillendirirken “Washington Konsensüs” diye bir projeyi dünyaya tanıttılar.

Küreselleşmenin ana ilkeleri bu projeyle ortaya konuldu.

Özetle, dört ana ilkesi vardı: Bir, mal ve hizmet ticareti serbestleşecekti. İki, sermayenin sınır ötesi hareketlerine bir sınırlama getirtilmeyecekti. Üç, göç ve emeğin serbest dolaşımı olabildiğince rahat olacaktı. Dört, kamunun ölçeği küçültülecekti.

13 Mayıs 2017

Borçlanarak büyümek

2009 Küresel Krizinden çıkış yolu arayan dünyada, çözüme yönelik olarak, kamu borçlanmasının ve varlık piyasalarında balonların yeniden konu edildiğini görüyoruz. Özellikle reel faizlerin yerlerde süründüğü, para politikasının etkisini yitirdiği gelişmiş ekonomilerde taraftar bulan bu görüşe dikkat etmekte büyük yarar var.

Bazı “piyasa yorumcularının” kendi ülkelerinin yaralarına merhem olmayan yöntemleri bizim gibi gelişmekte olan ekonomilere önermelerinin ardında ne var iyice anlamak lazım. Bugüne kadar çıkarlarına uymayan hiçbir konuda adım atmayanların, “Daha fazla kamu borçlanması yapın, ekonominin büyümesini tetikleyin” dediklerinde, borç vermek için istedikleri faizi dışarıyla karşılaştırın. Eğer ucuz para veriyorlarsa ne ala. Aksi durum söz konusu ise gereksiz, aşırı borçlanmadan kaçının.

Yazıya böylesi bir girişi yapmamın nedeni aşağıdaki tablo. Tabloda 2003-2017 arası dönemde, her yılın Ocak-Nisan aylarındaki Hazine nakit dengesinin, bir önceki yıla göre değişimi görünüyor.
Bu yılın ilk dört ayındaki değişim dikkat çekici.

9 Mayıs 2017

Daha ne kadar Hazine garantisi verilecek?

Hazine devletin kasasıdır. Nakit gelirler orada toplanır, oradan harcanır. Eğer devletin iki yakası bir araya gelmiyorsa, gerekli olan finansman, borçlanılarak, Hazine tarafından sağlanır. Kısacası devletin nakit ve borç idaresini Hazine Müsteşarlığı yapar.

Kamuda Hazine’nin bu fonksiyonlarına ortak olduğu söylenebilecek iki kurum daha var: Özelleştirme İdaresi ve Türkiye Varlık Fonu (TVF). Özelleştirme İdaresi uzun yıllardır, kamu varlıklarını satıp, elde ettiği gelirlerin önemli bir bölümünü bütçeye aktarıyor. TVF daha çok yeni bir kuruluş. Borçlanma yetkisi var. Nakit işlemler yapabilecek. Garanti, kefalet verebilecek.

Ancak bu iki kuruluş, şimdilik, bütçe dışı işlemlere pek bulaşmadılar.

Bütçe dışı işlemlerin en başında, kamunun verdiği sözler sonucunda oluşan koşullu yükümlülükler geliyor. Yani bir koşul oluşmadan Hazine’ye, doğrudan yük olmayan işlemlerdir. Koşula bağlıdırlar.  

İlk ve en eski örnek klasik garantilerdir. Bunlar KİT, belediye gibi diğer kamu kurum ve kuruluşlarının aldıkları dış borçlara verilen garantilerdir. Eğer onlar ödemezse, verdiği garantinin sonucu Hazine borcu öder, bütçeye ek yük oluştururlar. Bütçeden para ödenir. Klasik garanti stokunun toplamı 12,4 milyar dolar, yani yaklaşık 45 milyar lira kadardır.

4 Mayıs 2017

Emekli maaşlarımız tehlikede mi?(!)


Durun hemen heyecanlanmayın.  Bildiğim, duyduğum her hangi bir şey yok. Bütçede bir sıkışıklık, yeni hazırlanan bir kanun tasarısı gibi bir gelişmede olmadı.

“O zaman bu başlık neyin nesi? derseniz haklısınız. İzninizle açayım.

Efendim, Mülkiye’de (AÜ SBF) Kamu Finansmanı Analizi adlı seçimlik bir ders veriyorum.  Derste kamunun neden ve nasıl borçlandığını, güncel örnekleriyle anlatmaya çalışıyorum. 2003 yılında emekli olana kadar Hazine’de edindiğim bilgi ve deneyimleri öğrencilerimle paylaşıyorum.

Dersin konularından birisi de sosyal güvenlik sisteminin bütçeye getirildiği yükler. Bunun yarattığı borçlanma baskısı vs. Bilindiği gibi, çağdaş sosyal güvenlik sistemlerinin olmazsa olmazlarından birisi devletin güvencesidir. Devlet sisteme sahip çıkmalı ve sorunlarının çözümüne yardımcı olmalıdır. Ancak, devletin sözünde durup, gerektiğinde bir ödeme yapabilmesi için, öncelikli olarak yeterli geliri olmalıdır. Yoksa, Türkiye örneğinde olduğu gibi, verdiği sözü yerine getirmek için borçlanmak zorunda kalacaktır.

Bu hafta derste bu konuyu tartışırken konu bütçeden sosyal güvenlik sistemine yapılan transferlere geldi.

1 Mayıs 2017

Yakın tarihten bir dış borç hikayesi: De Çe Me

J. J. Rousseau’nun güzel bir sözü vardır: “Tarih, okuyana kendi gözünün görme derecesine göre yol gösterici bir kılavuzdur” der.
Bu deyişten yola çıkarak, içinde bulunduğumuz dış borç ve hazine garantileri sorununa bakışınızı biraz daha netleştireceğine inandığım için sizi 1970’lere götüreceğim. Hani meşhur deyişle “70 cente muhtaç olduğumuz” yıllara.
O dönemde Türkiye katı bir kambiyo (sermaye hareketleri) kontrol rejimi uygulamaktadır. Ülke ekonomik sınırları içine dövizle işlem yapmak yasaktır.  
Döviz açığı o yılların da ana sorunudur. Dışarıdan döviz gelmesi amacıyla, Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) hesapları, ilk kez 1967 yılında açılır. Amaç yurt dışında çalışan işçiler, serbest meslek sahipleri, müstakil iş sahipleri ve dışarda yerleşik gerçek ve tüzel kişilere yurt içindeki yetkili bankalarda döviz hesabı açma hakkı verilir. Açılan hesaplardan, hesap sahibine dövizli işlem hakkı tanınır.