Dünya
2008 yılında yaşanan derin ekonomik krizden çıkmaya, bir yenisinin içine
girmemeye çalışıyor. Ne yazık ki bugüne kadar başarı sağlanamadı. Büyüme
patinaj yapmaya devam ediyor. En son OECD büyüme tahminini aşağı doğru revize
etti, yüzde 3’e çekti.
Yeni durgunluk
olasılığı konuşulup, yazılmaya başlandı bile. Soruna daha önce değinmiştim: Talep
yaratılamıyor.
Maliye
politikaları, aşırı kamu borç yükü nedeniyle birçok ülkede çalışmıyor.
Yük
para politikasının sırtına yüklendi. Önce
sıfır faizle başlandı, yetmedi parasal genişlemeler geldi. Dünya, bol para
ortamında çılgınca borçlanmaya devam etti. Stoka, 2007 yılından bu yana 60
trilyon dolar yeni borç eklendi. Böylelikle toplam borç yükü 200 trilyon doları, dünya milli gelirinin üç
katını geçti.
Şimdi sıra negatif
faizlerde.
FED dışındaki büyük merkez bankaları kendisine para getiren bankalara ceza kesiyorlar.
Ancak bu aracın da etkin çalışıp çalışmayacağı konusunda ciddi şüpheler var.
Şüpheciler
haklı olabilirler mi?
Bildiğiniz
gibi, iyi çalışan finansal sektör yoksa para politikası etkin ve verimli çalışmaz.
Örneğin MB faiz düşürünce, bankalara ucuz para vereceği anlaşılır. Bankalar da
şirketlere ve hanehalkının daha ucuz kredi vermeye başlarlar. Böylelikle
ekonomiye canlılık geleceği düşünülür. Ama bankalarda sıkıntı varsa, aynen
bugün olduğu gibi, para krediye değil merkez bankalarına gider.
Burada kritik bir
soru soralım.
Neden Japon ve Avrupa Merkez Bankası ile birkaç diğer para otoritesi negatif
faiz uygularken, ABD Merkez Bankası FED tam tersine faiz yükseltme kararı
alıyor.
Kısa
cevap, finansal sektörlerin yapıları
farklı.
Önce
bir veri paylaşayım. AB ve ABD banka varlıklarının toplamı, dünya toplamının
yarısına karşılık geliyor. İki piyasadaki borç enstrümanlarının toplamı da
dünyanın yüzde 60’ını geçiyor. Dolar ve
Euro’nun rezerv para olmalarının nedeni burada yatıyor.
Ancak
iki yapı arasında önemli bir fark var.
Amerikan sistemi sermaye piyasaları ağırlıklı iken Japon ve Avrupa sitemlerine
bankalar egemendir.
Yani,
Amerika’da şirket finansmanında sermeye piyasalarına giderek finansman bulmak
mümkünken, Avrupa’da krediler büyük çoğunlukla bankalardan alınıyor.
Dolayısıyla
2008 Krizinin yarattığı sorunlu alanlar da farklılaşıyor.
Atlantik
Okyanusu’nun doğu yakasında banka ağırlıklı sorunlar yaşanıyor. İngiliz The
Telegraph gazetesine göre Avrupa
bankaları 1 trilyon dolarlık tahsili gecikmiş alacak olduğunu kabullenmişler.
Buna karşılık stratejik karar alıcılar (!) yeni sermaye ihtiyacına, kaynak
bulamıyorlar.
Okyanusun
doğu yakasında ise bankaların durumu faklı. 1,6 triyon dolarlık fazla rezervlerini FED’e yatırıyorlar. FED de
onlara yılda 10-15 milyar dolar civarında faiz ödüyor. Bir anlamda
sermayelerine katkı sağlıyor.
Ancak,
bankalar yerine ağırlıklı olarak özel tahvil piyasası ve/veya borsalar, özel
hisse fonları gibi kaynaklardan borçlanan şirketlerin hiç derdi yok demek
yanlış. Örneğin Amerikan ve Kanadalı
enerji şirketlerinin batık tahvillerinin 1-1,2 triyon dolara ulaştığı
yazılıyor.
Bütün
bu gelişmeler yaşanırken, çözüm için
konuşulan başlılardan birisi ABD ve AB arasında yürütülen serbest ticaret
bölgesi anlaşması (TTIP) müzakereleri. Finansal sektörün, anlaşmanın bir
parçası olup olamayacağı henüz kesinleşmiş değil. Her iki taraftaki
düzenleyici, denetleyici otoritelerin ve ABD Kongresi’nin, başta ortak kural
uygulamaları olmak üzere bazı endişeleri var. Sektör ise anlaşmadan yana.
Ama
nereden bakarsanız bakın. Çok uzun
olmayan bir zaman diliminin ardından dünya finansal piyasaları yeni kurallara
göre çalışmaya başlayacak. Dışarıdan borç alarak büyüyen ülkemizde “Bizim
yetkililerimiz ne yapıyor?” derseniz, benim cevabım yok. Umarım Türkiye finans
piyasalarının gelecekteki yapısı için senaryolar üzerinde çalışıyorlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder