Bir
önceki yazımda YENDER’deki küçük gıda yardımı deneyimimi, 1980 öncesi ve
bugünkü farklı gözlemlerimi sizlerle paylaşmıştım. İnsanların kamudan olsun olmasın, bedava olan her şeyi hak olarak
görmeye başladıklarını söylemiştim Bunun sosyolojik olarak dikkatle değerlendirilmesi
gereken bir konu olduğunu vurgulamıştım.
Ama
daha önemlisi olayın siyasi ve iktisadi sonuçları var. İktisadi yanı bütçe
harcamalarının ve açıklarının artması. Olayın bu tarafına önceki yazımda özetle
değinmiştim.
Popülizm gittikçe yaygınlaşıyor
Siyasi yanı ise çağımızın hastalığı popülizm. Krizler nedeniyle daha da bozulan
gelir dağılımı, ülkelerde fakirliğin, yardıma muhtaç insan sayısının
çoğalmasına neden oluyor. Demokrasi oy demek olduğuna göre, geniş seçmen
kitlelerinin beklentilerine en doğru cevabı kim verirse iktidara o geliyor.
İşin daha kötüsü, bu yolla koltuğa bir
kere oturanlar, gücü kaybetmemek için daha fazla popülizm yapmaya başlıyorlar. Hem yürütmeyi hem de yasamayı kontrol
edebildikleri sürece tek işleri, fakirleri istismar edip sandıkta çoğunluğu
garanti etmek oluyor. Yoksullukla mücadeleyi kaderci bir anlayışa terk
ediyorlar. İnsanların temiz duygularını ustaca istismar ediyorlar. Onlara; “Maddi
yoksulluk bu dünyaya ait. Zaten bu dünya bir sınav yeri. Fani dünyanın zevkleri
önemli değil. Asıl olan öteki dünya. Oradaki sonsuz yaşam. Günaha girmemek
lazım. İbadet edip, tanrı için çalışmak gerek” şeklinde propaganda yapıyorlar.
Katılımcılık çözüm mü?
Dünya siyasetçilerin yaygınlaşan bu
popülizm hastalığına çare arıyor. Kimi bütçe kısıtlarını, harcamaların katı kurallara
bağlanmasını öneriyor.
Bazı
siyaset bilimciler ise katılımcı demokrasinin çözüm olabileceği fikrini
destekliyorlar. Basitleştirirsek, emeklilik ve sağlık gibi önemli sosyal
yardımların dışında kalan yoksulluğu azaltmaya yönelik yardımların yerel
birimlerce belirlenmesi tartışılıyor.
Modelde yerel birimlerden kastedilen
belediyeler.
Kime ne kadar yardım edileceği, kaç kişiye iftar yemeği verileceğinin kararını
en geniş katılımla alacakları kararlarla vermeleri bekleniyor. Belediye
meclisleri gibi kurumlardan çok, mahalle bazında alınan kararlar önemseniyor.
Modelin en can alıcı yanı, harcamaya
karar verenlerin gelirlere de karar vermeleri. Yani yerel yönetimler, nasıl ve
ne kadar yardım yapacaklarını, gider toplamını kendileri belirleyecekler.
Belirlenen miktarı nasıl finanse edeceklerini kararlaştıracaklar. Ama bir temel kural var. Hiç bir
şekilde belediyenin diğer harcamalarından kaynak kesilmeyecek, merkezi hükümet
bütçesine yük olunmayacak. Yardım seven yerel birimler kendi yağlarıyla
kavrulmayı öğrenecekler.
Burada üzerinde çok tartışılan
konulardan birisi yoksula yardımın bir yerde zenginden alıp yoksula verme işi
olması. Merkezi
hükümet yardım etmezse, zaten fakir olan belediyeler az yardım yapabilecekler.
O zaman yoksullukla mücadele sekteye uğrayacak.
İkinci sorunlu alan; mahallelere kadar
yaygınlaşması önerilen geniş katılımcılarla karar almak çok kolay değil. Katılımcılar nasıl belirlenecek?
Vergisini ödeyenler çoğunlukta olursa kısıtlayıcı, yardım alanlar çoğunlukta
olursa genişleyici yönde kararlar alabilirler. Bunun orta yolu nasıl bulunacak?
Yoksulluk haritası çıkarılmalı
Benim
aklıma gelen en sağlıklı öneri, ülkenin yoksulluk haritasının çıkarılması. Muhtarlık bazında kim ne kadar yardıma
muhtaç belirlenmeli. Ama belirleme işi oy isteyecekler tarafından değil,
bağımsız sosyal hizmet uzmanları yardımıyla yapılmalı.
Böylesi
bir yöntemden amaç, oy toplamaya yönelik, keyfilik içeren harcamaları
olabildiğince kesmek. Bir mahallede 200 kişi yardım hak ederken, 2.000 kişiye
para ve/veya gıda yardımı yapılıyorsa bunu şeffaf bir şekilde yapmak ve halka
hesap verilmesini sağlamak.
“Burası
Türkiye, bize uymaz” deyip geçmeyin. Daha doğru öneriyi siz getirin.
Onceligimiz; nitelikli ve sonuç odaklı çözümleri değil niceliği one çıkaran katılımcı süreçlere dair sistemler olmalı diye düşünüyorum
YanıtlaSilCayyolu Semt Meclisinde de bir deneme başladı. Herkesi izlemeye katkı koymaya davet ediyoruz