İnanın şu dünyada kaçıncı büyük ekonomi
olduğumuz tartışmasından iyice sıkıldım. Kimi 15. Diye iddia ederken, öteki
hayır 16. saptırmayın diye cevap veriyor.
Bana göre bunun çok önemi yok. Çünkü
üretemeyen, dışarıdan borçlanarak ithalat yapan ve buna bağlı olarak büyüyen
bir ekonomi kaçıncı olursa olsun bana ne. Ben üretimdeki sıralamasına bakarım.
Uluslararası bir danışmanlık firması
tarafından hazırlanan aşağıdaki tabloda,
yıllar itibariyle imalatçı en büyük 15 ülke gösteriliyor.
1980’de
listede olmayan Türkiye. 1990’da 13. sıradan listeye giriyor.
Bu önceki yıllarda sanayi üretimine verilen önemin bir sonucu.
Sonrası dertli yıllar. Hatırlamakta fayda var: 1991’den sonra
Türkiye koalisyon hükümetleri tarafından yönetildi. Hükümetlerin ortalama
ömürleri aylarla ölçülüyordu. Dahası bu dönem 1994 Krizi, 1997 Uzakdoğu Asya
Krizi, 1998 Rusya Krizi ve 1999 Büyük Marmara Depreminin yaşandığı yıllardı.
Hadi bir an için bir yükselen piyasalar
sorunu olduğunu unutalım ve Uzakdoğu Asya Krizinin bizden uzakta olduğunu
varsayalım. Ama komşumuz Rusya ve Marmara Depremini ne yapacağız? Hem de deprem
doğrudan ülkenin sanayi bölgesini vurmadı mı? TÜPRAŞ’ın yandığını hatırlayın.
Yolların, fabrikaların yerle bir olduğunu gözünüzün önüne getirin.
Bunlara
rağmen dünya üretim liginde 2000 yılında ligin son sırasına düşmüşüz ama ilk on
beşe girebilmişiz.
Sonrası Türkiye ligden düşmüş. Sanayi üretimimiz tıpkı bazı Anadolu
takımları gibi. Onlarda bir şekilde süper lige çıkıyorlar. Yapısal
orunlarını çözmeden, genç ve dinamik kişiliği olan bir futbol oynamayı
hedeflemiyorlar. Daha çok spor hayatının sonuna gelmiş eski teknoloji, toplama
futbolculardan bir takım kuruyorlar. Bu toplama işini çoğunlukla belediyeler ve
kamudan iş alanlar finanse ediyor. Futbolcu simsarları ve diğer aracılar zengin
oluyorlar. Ama çoğunlukla sonuç hüsran oluyor ve bir, en fazla iki sene sonra
takım tekrar ikinci lige düşüyor.
Üretime dönersek, 2010 yılında ligden düşmemizin en belirgin nedeni 2001 Krizi.
İmalat sanayi bu dönemde kendini yenileyemedi. Ama daha önemlisi dünyadaki
likidite bolluğunun sonucu ortaya çıkan değerli TL, ucuz dolar politikasının
sonucunda ithalat ucuzladı. Faizler düşünce tüketici daha kolay borçlanmaya
başladı. Daha fazla mal talep etti. İçeride
üretmek yerine dışarıdan getirmek daha karlı hale geldi. Böylelikle bizim
malını ithal ettiğimiz ülkeler üretimini çoğalttı, biz yerimizde saydığımız
için imalat liginden düştük.
Ekonomi yönetimi bunu göremedi mi? Görmez
olur mu? En azından benden daha akıllı oldukları kesin. Ama bu durum işlerine geldi. Seçmen daha çok tükettikçe mutlu oluyordu.
Kendisine Çin, Alman, G. Kore, Tayvan malını ucuz getiren oyunu veriyordu.
Yanlış
anlaşılmasın. Ben burada seçmeni eleştirmiyorum. Onun için bu en rasyonel
davranış biçimi. Hayattaki amacı daha iyi yaşamak olan
bir insana kim yanlış yapıyorsun diyebilir? Ama böylesi bir makro politika
seçeneğinin orta vadede ülke çıkarına olmadığını anlaması ve alternatif
politika üretmesi gerekenler gelişmelere gözlerini yumdular. Bizde “imalatçılar
liginden” düştük.
Anlamadığım bir şey daha var. Şimdi
bazıları yeni bir model arayışından bahsediyorlar. Sizce sevinmeliyim? Yoksa bu
da bir seçim propagandası mı?
Elinize sağlık çok güzel bir yazı olmuş...
YanıtlaSilAyrıca birikimli cari açığımız (BCA) dörtyüz küsür milyar olmuş.Bu konuyu depreme benzetirsek fay hattında biriken enerji BCA oluyor.Bu fay hattı tek seferde kırılırsa ne kadarlık bir deprem üretir acaba.....
yada doğadan farklı olarak biz bu enerjiyi kendimiz boşaltmak istersek ne şiddetde ve ne kadar zamanda yapabiliriz acaba... şişi ve kebabı yakmadan...