Son
küresel kriz fakirleşmeyi biraz daha artırdı. Örneğin Amerika’da nüfusun yüzde
biri toplam milli gelirin önemli bir bölümünü elde etmeye başladı. Buna
karşılık dar ve sabit gelire sahip kesimler her geçen gün daha fazla
fakirleşmeye başladılar.
Sorun
Avrupa’da da aynı. Yalnız biraz daha yumuşak bir gelişme söz konusu.
Atlantik’in bu tarafında sosyal devlet anlayışı daha yaygın olduğundan,
fakirleşmedeki artış çok aşırı değil. Ama işsizlikteki önlenmeyen yükseliş,
başta İspanya olmak üzere güney Avrupa’yı yakıp kavuruyor.
Böylesi sorunlar seçim yapılan ülkelerdeki
siyasetçileri, kısa vadede çözümü zor olan yoksullukla topyekûn mücadele yerine
popülizme yöneltti.
Önce her zamanki gibi, muhalefet partileri başladı. Halka bol keseden
(bütçeden) para dağıtmanın söylemler geliştirdiler. Sadece ekonomik söylemlerde
değil siyasi tercihlerinde de gittikçe aşırıya kaçan politika tercihleri demeti
ortaya kondu.
Gelecekten
umudu azalan gençler bu söylemlere daha fazla destek vermeye başladılar. Fransa
ve diğer Avrupa ülkelerinde aşırı sağcı partilere destekler arttı. Milliyetçi ve ırkçı söylemler eskisine
oranla daha fazla destek bulur oldu.
Gelişmelerden
rahatsız olan, çoğu iktidarda olan, merkez partileri de paniklemeye ve hızla
artan sorunlara çözüm bulamayınca onlarda popülist söylemleri arttırdılar.
Ama işin ucu eninde sonunda bütçeye
dayanıyor. Daha fazla harcama demek daha fazla vergi toplamak ve/veya daha
fazla açık anlamına geliyor.
Oysa krizden yeni çıkan dünya ekonomilerinde bütçeler zaten zorda. Kısa ve uzun
vadeli açıklar, aşırı borçlanma baskıları, kamu borç otoritelerini çoktandır
uykusuz bırakıyor.
Bunlara bir de yeni popülist söylemleri
eklenmesi işleri daha da zorlaştırıyor.
İşin en
ilginç taraflarından birisi de, önceleri sol partilerin geliştirdiği söylemleri
son yıllarda sağ partilerin de sıklıkla
kullanmaya başlamaları. Ama bir farkla. Sol daha çok vergi toplayıp popülizm yapmayı tercih ederken, sağ
partiler bütçe açıklarına öncelik veriyorlar.
Küreselleşmenin
etkisiyle artık bu fark ta ortana kalkmaya başladı. Avrupa Birliği’nde vergi
farklılıkları törpüleniyor. Çünkü sermaye yeni dünya düzeninde en az
bulanabilen üretim faktörü. Bu ayrıcalığından sonuna kadar yararlanıyor ve
ülkeden ülkeye serbestçe dolaşabiliyor. Dolayısıyla vergiler artınca alıp
başını daha uygun şartların bulunduğu ülkeye kaçıyor.
Bu durum
üretimdeki azalmaların yanı sıra vergi gelirlerini de azaltıyor. Dolayısıyla sağcı veya solcu olsun popülist
hükümetler daha fazla borçlanmak zorunda kalıyorlar. Hem de içeride yeteri
kadar tasarruf olmadığı için dışarıdan ithal edilen tasarruflara muhtaç kalarak.
Dünyadaki
gelişmeler çok doğal olarak Türkiye’yi de etkiliyor. Yaklaşan seçimlerde
iktidarından en küçük muhalefet partisine kadar hepsi devlete yeni
yükümlülükler yaratma yarışındanlar. Kimi kamu alacak affını gündeme getiriyor,
ötekiler hiç eleştirmeden destekliyor. Yenilme
duygusunun üstesinden gelmek ve rekabette geride kalmamak için öteki partiler
de daha bonkör teklifler hazırlıyorlar.
Böylesi bir yarışın sonucunda seçmenler
oy karşılığı popülist rüşvet istemeyi doğal bir davranış biçimi sayıyorlar.
Siyasetçinin verdiği her şeyin bedelinin cebinden çıkıp çıkmadığını
sorgulamıyorlar. Sonuç, “çalıyor ama çalışıyor” anlayışına kadar gidiyor.
Çok
seçim çok popülizm anlamına geliyor. Siyaset, bir anlamda, ülke menfaati için
çalışmaktan çıkıyor, yakınlarına kamu kaynağını dağıtmaya dönüşüyor. Yapısal kamu
açıkları ve artan borçlanma ülkenin kaderi oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder