İktisada giriş derslerinde ekonomi “kıt kaynakları doğru kullanma sanatı” olarak tanımlanır. Eğer bu
tanım doğru ise, birde gelişme yolundaki ekonomideki normalden fazla kaynak ihtiyacı
sorunu eklenince iş virtüözlüğe kadar gidebilir. Çünkü bu ülkelerde tasarruf
yetersiz ama ihtiyaç olabildiğince çok. Düşünsenize,
borçla harçla bulunan kaynaklar eğer doğru yerde kullanılmazsa oluşacak uzun
dönemli zararları, kaybedilen fırsatlar nedeniyle toplum ödeyecek. Ekonominin
yönetimi çok daha zorlaşacak.
Kaynakları yetersiz olan bir ülkede kamunun durumunun farklı
olamayacağı kesin. Kaynağı az olan harcamasın demek çözüm değil. Nereden
bakarsanız bakın, ister liberal ister Keynesyen yaklaşım sergileyin, devletin bazı
görevleri olduğu genel kabul görür. Ekonomi yazınında ve uygulamada sadece devletin
ekonominin içinde ne kadar olacağı, hangi yöntemlerle işlerini yürüteceği
tartışmalıdır.
Görünen o ki, 2008
dünya krizinden sonra bu tartışmanın galibi “kamucular” oldu. Beş yıl önce devletin her şeyden
çekilmesini, piyasalara müdahale etmemesini ısrarla savunanlar, şimdi büyümek
için para politikası araçlarının yeterli olamadığını görüyorlar. Devreye maliye
politikasının girmesinin zorunlu olduğunu iddia eder oldular.
Bu amaca yönelik olarak en çok önerilen ve kabul gören
seçenek altyapı yatırımlarının çoğaltılması olduğu söyleniyor. Önce Amerika’da
başlayan bu dalga, ardından İngiltere ve kıta Avrupası’na da yayıldı. Çin ve
diğer birçok yükselen piyasa ekonomisi aynı şeyi deniyor. Otoyoldan
havaalanına, barajdan elektrik iletim hattına birçok yatırıma hız verildi.
Türkiye’de Hazine
garantilerine dayalı bir model geliştiriliyor
Benzeri durum bizde de görülüyor.
Önümüzde üç seçim var. 2014’te yerel yönetimler ve
cumhurbaşkanlığı, 2015’te genel seçimler yapılacak. Siyasetçiler dünyanın her yerinde
böylesi yoğun bir politik süreci, büyümenin ve dolayısıyla refahın yüksek
olduğu ortamda geçirmek isterler. Ancak içinde bulunduğumuz konjonktürde özel
sektörün büyümeye katkısı sınırlı kalacak gibi görünüyor. Dolayısıyla, kamu
yatırım ve diğer harcamalarını çoğaltmaya çalışıyor.
Bununla beraber, otoriteler
mali disiplinden taviz vermemek adına kamu açığını büyütmemek için doğrudan bütçe
harcaması yapmak istemiyorlar. Devreye, Yap-İşlet-Devret (YİD) ve
Yap-İşlet-Kirala (YİK) gibi Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modellerini sokuyor. Gebze – İzmir Otoyolu, 3. Köprü ve bağlantı yolları, İstanbul’a
3. havaalanı ve Akkuyu ve Sinop’a nükleer santraller, şehir hastaneleri gibi
dev projeler arka arkaya ihale ediliyor.
Projelerin teknik olarak
yapılabilirliklerini uzmanlar değerlendirecektir. Bu konulardaki seçimlerin ne
kadar doğru ve yerinde olduğu konusunda sadece bazı örnekler vererek kararı siz
okuyuculara bırakacağım. Buradan teknik özelliklerin önemsiz olduğu gibi bir
sonuç çıkarılmasın. Sadece bilgi sahibi olmadığım konularda konuşmak
istemiyorum.
BÜYÜK
YATIRIMLARA EKONOMİK BAKIŞ
Bu tür projeleri çok değişik
bakış açılarıyla değerlendirilebilir. Ben özetleyebilmek amacıyla konuyu iki
ana başlıkla ele alacağım. Genel ekonomi açısından; büyümeye katkıları,
finansman şartları; maliye politikası açısından da kaynak israfı ve devlete
koşullu yükümlülük yaratması.
A-
Ekonomik etkileri
Üzerinde en çok durulması
öncelikli konu projenin ekonomiye katkısı ve kaynakların doğru yerde kullanılıp
kullanılmadığıdır.
1-
BÜYÜMEYE KATKILARI
İktisatçılar arasında sıkça
tartışılan bir konudur. Bizim gibi tasarruf açığı olan ülkelerde bazı büyük
projeler aşırı iç ve dış borçlanmayla yapılmaktadır. Projenin yapım sürecinde
yapılan tüm harcamalar ekonomiyi büyütmektedir. Örneğin bir otoyol yapımında
kullanılan çimento, ödenen işçi ücreti vb. harcamalar, inşaat süresince
ekonomiye pozitif katkı yapmaktadır.
Ancak
inşaat bitince, büyümeye katlısı açısından artık konuşulan şey projenin
verimliliğe olan katkısıdır. Eğer proje doğru seçilmiş ve yapılmışsa girdi
maliyetlerini düşüren, ürünün pazara ulaşımını ucuzlatan bir sonuç yaratmışsa
ekonomi pozitif etkilenmiş olacaktır. Bunun yerine sadece biraz daha harcama
yapılsın diye yanlış yer ve teknoloji seçimi yapılan projeler değil verimlilik
artırmak, ekonomiye yük olmaktadır.
Örneğin kuzey yarım kürede inşa
edilen bir otoyolun dağların kuzeyi yerine güneyinden geçirilerek yapılmasının
kış şartlarında yolun etkin ve verimli kullanılmasına yapacağı katkı bellidir.
Ancak daha fazla para harcanıyor diye kuzeyden ve virajı bol seçenekler gündeme
gelince ekonomik faydasından çok zararı gündeme gelmektedir.
2-
FİNANSMAN SORUNLARI
Projelerin zamanlaması
konusunda siyasi bir karar verildiğini biliyoruz. Dolayısıyla bundan sonra
yaşanacak ilk ekonomik süreç krediler için gerekli olan büyük montanlı krediler.
Üstlenicileri
kolay bir süreç beklemiyor.
Bilindiği gibi Basel II; 2,5 ve III uygulamaları, önümüzdeki yıllarda, Avrupa
ve ABD bankalarında sermaye yeterliliği ve risk değerlendirmelerinde önemli
değişikliklere neden olacak. Artık yabancı bankaların, kredi verirken, ülke ve
şirket riskleri değerlendirilirken borç alan şirketlerin almış oldukları kredi
derecelendirme notları öne çıkmaya başlayacak.
Yanı
sıra, bilindiği gibi FED’in Mayıs ayında ilan ettiği parasal genişlemeyi
sonlandırma ve günü gelince azaltma politikası, dünyadaki likidite şartlarını
olumsuz etkilemeye başladı.
Önümüzdeki yıllarda bizim gibi yükselen piyasa ekonomilerine gelmesi beklenen
fonlarda düşüş bekleniyor.
Diğer bir deyimle, cari açığın
finansmanı ve önceden alınan dış borçların geri ödemesi için zaten büyük bir
döviz talebimiz var. Şimdi bir de bu projeler için, büyük tutarlı döviz kredisi
aranacak. Üstlenici şirketlerin ilk karışılacakları sorun ülke riskleri. Genelde
dünyada yaşananlara ek olarak komşularımızda yaşanan siyasi gelişmeler, içeride
ise seçimler ve diğer sosyo-politik olaylar bu açıdan kredileri
pahalılaştırıyor. Bunlara bir de şirketlerden istenecek öz kaynak katkısının
yüzde 50’lere kadar büyütülmesi gibi talepler gelince, kredilerin astarı
yüzünden pahalı olabilir.
Böylesi
şartlarda proje beklenenden daha pahalı hale gelir ve ekonomiye katkı sağlamak
yerine yük olmaya başlayabilir. Eğer
şartlar böyle olursa belki dünyadaki ekonomik şartlar ve Türkiye’deki politika
ortam netleştikten sonra kredi arayışına başlamak daha uygun olabilir. Karar
alıcıların bunu ciddi olarak düşünmelerinin yararlı olacağını düşünüyorum.
B-
Maliye Politikasına etkileri
Devletin görevlerinin çokluğu tartışmasız
bir gerçektir. Öncelik savunma, emniyet, adalet, eğitim ve sağlık
alanlarındadır. Bayındırlık bunlardan daha az öneme sahiptir demek doğru olmaz.
Ancak savunması ve adaleti sorunlu bir ülkede ne kadar çok barajınız olursa
olsun mutlu ve güvenlikli yaşamanız mümkün değildir. Böylesi bir durum biraz
lüks evi olan ama her gece hırsızlardan korunmak için uyuyamayan ev sahibinin
şartlarına benzer.
Görevi böylesine çok olan
devlet, onlarca milyarlık kaynağı ekonomide verimliliği büyütecek daha küçük
projelere paylaştırarak hem üretime hem de istihdama doğrudan ve daha uzun
süreli olumlu etki sağlayacak seçenekleri düşünebilir.
Bu açıdan yaklaşırsak, büyük
projeleri maliye politikası açısından iki açıdan ele alabiliriz.
1-
KAYNAK İSRAFI VAR MI?
Kamu
açısından ilk üzerinde durulması gereken nokta kıt kaynakların yerinde
kullanılıp kullanılmadığıdır. Zaten
az olan, akaryakıttan alınan vergiyle veya dışarıdan alınan borçla finanse
edilen bütçeden ayrılan paraların nokta atışı yapılarak, titizlikle harcanması
gerekiyor.
Gündemde olan projeler için de bazı
tartışmalar var. Bu konudaki en ilginç ve üzerinde çok ama çok dikkatle
durulması gereken örnek 3.Havaalanıdır. Konunun uzmanlarından, THY önceki
Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Candan
Karlıtekin’in Aksiyon dergisine yer alan söyleşisinde belirttiklerinin
üzerinde çok dikkatle durulması gerekir.[1]
Karlıtekin demecinde;
“Temel iddiam şudur; gerek AHL gerek Sabiha
Gökçen’e ikişer milyar dolar maliyetle birer paralel pist yaparak 120 milyonun
üzerindeki yıllık yolcu talebini karşılarsınız. Bu yüzden yeni havalimanı
yapmak gereksizdir, kaynak israfıdır. En büyük şehirlerdeki en yoğun alanlar
bile 100 milyon kapasiteye ulaşmaz. Bu kapasitenin üstüne gökyüzü uçuş
koridorları da normal işletme saatleri içerisinde zaten müsait olamaz. Alanın
hizmet ettiği yolcu ve yük toplama havzasının çapı dikkate alınarak yapılan
kapasite hesabının bir fizibilitesi yoktur. Askerî tesislerin AHL’den
çıkarılması ile birlikte doğan imkân değerlendirilmelidir. Bildiğim kadarıyla
Avrupa’ya giden tren hattı pekâlâ 90 km mesafedeki Çorlu’dan geçirilebilir.
Oraya 8-10 yıl sonra yapılacak ve umumiyetle 7-8 saatin üstünde uçuş menziline
sahip uzak uçuş noktalarına hizmet edecek bir alan çok az masrafla yapılabilir.
Bu alandan AHL’ye intikal ise hızlı trenlerle 20-25 dakikada sağlanabilir.
İstanbul’un kaçınılmaz olan büyüme ihtiyacı da İzmit’e doğru kuzeye taşmadan
planlanırsa Sabiha Gökçen de ciddi bir ulaşım talebini paralel pistle
karşılar.” diyor.
Yani ciddi bir kamu kaynağı israfı iddiası
var. Kıt kaynaklar, gerekliliği tartışmalı bir alana harcanacak. Hem de daha
ucuz bir alternatif varken.
Burada verebileceğim ikinci örnek “Kanal
İstanbul Projesi” ile ilgili. Ülkemizin önemli okyanus bilimcilerinden Prof. Dr. Cemal Saydam projenin,
doğanın dengesini bozacağını iddia ediyor.[2]
Böylesi bir iddia da üzerinde çok dikkatle durulması gereken bir durumdur.
Sonucu yaşadığımız çevreyi olumsuz etkileyen, ileride yaşamımızı
sürdürebilmemiz için ek harcamalar yapmak zorunda kalacağımız bir projeye hiç
başlamamak gerekir.
Sayın Saydam “Kanal İstanbul Projesi’nin” okyanusların dengesinde
yaratacağı etkiye vurgu yaparak küresel bir felakete yol açacağını iddia
etmektedir. Yanı sıra projenin yakın çevreyi de orantısız bir biçimde
etkileyeceğini vurgulamaktadır.
Hatırlamakta yarar var. Fizik, kimya, matematik
ekonomiye benzemez. Ekonomide hiç bir şey 2+2=4 gibi değildir. Her zaman
seçenekler vardır. Örneğin bütçe açığını kapatmak için vergi toplamak yerine
harcama azaltmak da bir yöntemdir. Bu bağlamda bir okyanus bilimcinin iddiasını;
pozitif, bağımsız ve geniş bir bakış açısıyla ele alıp projeyi yeniden değerlendirmek
gerekir. Çünkü söylenenler doğru çıkarsa, ülkenin milyarlarca liralık kaynağı
harcanmış olacak ama projeden istenen sonuç elde edilememiş olacaktır.
Böylesi bir durumda da kaynakların boş
yere harcanması gündeme gelecek ve sosyo-politik sonuçları olabilecektir. Daha
önemlisi ülkenin eğitim, sağlık, adalet ve sosyal güvenlik gibi acil ihtiyaçlarına
harcanmayan para yanlış yere harcanmış olacaktır.
2-
VERİLEN GARANTİLERİN OLASI YÜKÜ NE KADAR?
Kamu
maliyesi açısından bakınca gündemde olan büyük projelerin diğer ortak yanı, bol
kepçe verilen kamu garantileri.
Basında yer alan haberlerden
derleyebildiğim bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla; 3. havaalanı için, 25 yıllık
işletme süresince yolcu başına 20 Euro tarife garantisi verilmiş. Bu miktar
diğer havaalanları için 15 Euro. Ardından gelir garantisi var. Devlet
şirketlere, 12 yıl boyunca en az toplam 6,3 milyar Euro gelir elde edileceği
sözünü vermiş. Üçüncü garanti ise “Sözleşmenin feshi halinde devlet tesise el
koyacak olması. DHMİ, ortakların o güne dek gerek öz kaynak gerek krediye
yaptığı tüm masrafları üstlenmesi”. Böyle bir YİD modeli ilk defa görülüyor.
Şirketlerin hiçbir para ve finansman riski yok. İşler kötü giderse masraflar bir
şekilde devletçe ödeniyor. Bunlar yetmezmiş gibi bir de Atatürk havalimanı
kapatılıyor ve 25 yıl süreyle yeni havaalanı yapılmayacağına söz veriliyor.
Garantiler için başka bir
örnekte Sinop Nükleer santrali ihalesinde devlet Japonlara, üretilen elektriği
20 yıl süreyle 12 cent/dolardan alacağını taahhüt etti. Geçmişteki tecrübelerime dayanarak olmayan elektrik en pahalı elektrik
olduğuna inanırım. Bu bağlamda enerjide geleceğin planlanması açısından önce
yerli kömür kaynakları seçeneği iyi değerlendirildi mi? Nükleer santrala gerek
varsa yeni teknolojilerin ticarileşmesini beklemek daha iyi olmaz mıydı? Bunlar
vb. sorulara net bir cevabım yok. Ancak, bazı uzmanlar dünyada nükleer
santralde üretilen elektriğin birim maliyetinin en fazla 7-8 cent/dolar
civarında olduğu iddia ediyorlar. Eğer bu doğru ise, yüzde 50 fazlası bir
tarifeyle, hem de 20 yıl alım ve fiyat garantisi verilmesi ne kadar doğrudur?
Bu tür koşullu yükümlülükler
bütçede doğrudan açık olarak görünmez. Garantilerin verilmesinin nedeni olan
şartlar ortaya çıkınca ödeme yapılacağı için bir tür nazım hesap benzeri işlem
görürler. Böylesi bir işlemin arkasındaki temel etken koşulların ne zaman kamu
ödemesi yapılmasına yol açacağının bilinmemesidir. Bütçe, diğer muhasebe
işlemleri gibi, dönemsel bir kayıt olduğu için doğrudan ödenek yazılması mümkün
değildir.
Dolayısıyla
garantiler bugün için sorun değilmiş gibi dururlar. Ancak ekonomik büyüme biraz
duraklayınca, seyahat edenlerin sayısı azalmaya başlar. Sanayi ve hanehalkı
daha az elektrik kullanır. Bu şirketler verilen garantilere dayanarak hesap
kitap yaptıkları için zora düştükleri anda Hazinenin kapısına dayanırlar.
Verilen sözlerin yerine getirilmesini talep ederler. Para isterler.
Böylesi günlerde zaten
sıkıntılı olan Hazine ve KİT’ler bütçelerinde olmayan bir ek ödemeyi yapmak
durumunda kalırlar. Başta, normal dönemde küçük görünen kamu açıkları, işler
zora girince beklenenden daha fazla büyür. Bu açığı kapatmak için alınması
gereken önlemlerin boyutu da değişir. Ekonominin
üzerine binen yük artar.
Sonuç
yerine
Kısacası, büyük projeler için daha uygun şartları beklemenin
ekonomi için daha iyi olacağı tartışılabilir. Dolayısıyla biraz daha dikkatli düşünülüp,
dünyadaki ve Türkiye’deki ekonomik ortam dev projeleri uygulamak için biraz
daha hazır olduğunda, titiz seçimler yaparak işe başlamanın daha yararlı
olacağını söyleyebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder