The
Economist dergisinin 15 Şubat sayısında, dünya devleri şirketlerin şirket
içinde kullandıkları dili İngilizce olarak seçmeye başladıkları hakkında güzel
bir yazı vardı.
Verilen
örnekler arasında Çinli bilgisayar devi
Lenovo, Alman Lufthansa havayolları, Japon otomotiv üreticisi Honda gibi
şirketler sayılıyordu.
Benzeri
gelişmeler Türkiye’de de yaşanıyor. Zorunlu olmamakla beraber artık bir çok
şirket iç yazışmalarında İngilizceyi kullanıyor. Sadece resmi yazışmalarda Türkçe zorunlu.
Yazının
en ilginç bölümlerinden birisi, Çin’de
yaklaşık 300 milyon insanın İngilizce öğrenmek için büyük çaba sarf ettiğinin
belirtildiği bölümdü. Çin dünya devi olma yolunda hızla ilerlemeye
çalışıyor. Başkan Mao’dan sonra komünizmden hızla uzaklaşıyor. Ucuz işgücüne
dayalı rekabetle başta Amerikalılar olmak üzere uluslararası dev şirketlerin
üretim merkezi olmak için yoğun çaba sarf ediyor.
Özetle,
ne kadar hoşlarına gittiğini bilmesem de sanki küreselleşmeden memnunlarmış gibi
bir izlenim ediniyorum. Aksi halde bu kadar büyük bir nüfus oturup İngilizce
öğrenmek için neden mücadele etsin? Çok zengin olmayan Çin devleti bu yolda
kaynak harcanmasına neden razı olsun?
Pazara
ulaşımda dilin önemi
Feodal
beyliklerin hüküm sürdüğü, üretimin toprağa dayalı olduğu orta çağda dil sadece
basit bir iletişim aracıydı. Kapitalizm
ile pazar büyümeye başlayınca farklı diller üretime ve paylaşıma engel
yaratmaya başladılar. Fabrikada çalışırken, ürünü satıcıya teslim ederken,
markette satarken ortak bir dil kullanılmazsa iletişim kurulamaz.
Bu
bağlamda sanayi devrimi sonrasında ekonomik sınırlar çizilirken çoğunlukla
kullanılan dillin hakim olduğu topraklar bir araya getirtilmeye çalışıldı.
Ortak tarihsel kültür kadar ortak dili kullanan insanla bir araya geldiler
uluslaşma mücadelesi verdiler.
Ama
sadece dil yeterli olmadı. Arapça ve İngilizce gibi çok yaygın kullanılan
dilleri kullananlar bir araya gelip uluslaşamadılar. Bunun arkasındaki temel
neden aynı pazarda ekonomik faaliyet göstermiyor olmalarıydı. İngiltere,
Amerika, Kanada, Avustralya hepsi ayrı bir pazardı. Farklı sınırlar çizdiler ve
ayrı bayraklar altında toplanıp uluslaştılar.
Yani dil bir arada yaşama, refahtan pay
almada çok ama çok önemli bir araç. Ama yeterli değil. Daha önemlisi aynı
pazarda üretmek ve paylaşmak.
Yabancı
dilde eğitim
Çocuklarını
özel okulda okutan bir babayım. Ben İngilizceyi devlete girdikten sonra
öğrenmeye başladım. Çok sıkıntılar çektim. Her baba gibi, çocuklarımın hayata
biraz daha rahat başlamasını sağlamaya çalıştım. İş hayatında yabancı dilin,
özellikle İngilizcenin önemini defalarca yaşayan birisiyim.
Bu deneyimlerden ve dünya örneklerinden yola
çıkarak bu topraklarda Türkçe dışında eğitimin amacının basit bir demokrasi
meselesi olduğunu düşünmüyorum. Eğer amaç refahtan daha fazla pay almaksa o
zaman pazarda en çok kullanılan dili öğrenmek lazım.
300
milyon Çinlinin iş bulabilmek, biraz daha rahat yaşayabilmek için bir zamanlar
emperyalist bir dil olarak kabul ettikleri İngilizceyi öğrenmeye başladıkları
bir dönemde bizim Türkçe eğitim konusunu tartışma konusu yapmamız, eğer kötü
niyet değilse, abesle iştigaldir.
Ama bu insanların istedikleri bir dili öğrenmelerine,
o dilde türkü söylemelerine, roman yazmalarına ya da şiir okumalarına engel
olunabileceği anlamına gelmez.
Toplumlardaki farklı kültürler, tarihsel birikimler onların zenginliğidir.
Mutlaka yaşatılması gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder