Ekonomiyle ilgilendiğim için
bana ulaşan sosyal medya iletilerini dikkatle okumaya çalışırım. Elimden
geldiğince farklı düşüncelere, yaklaşımlara ulaşmaya, onları anlamaya ve aklım
yettiğince değerlendirmeye gayret gösteririm.
Bu bağlamda geçenlerde bir yorum
ilgimi çekti. Ekonomi bürokrasisinden bahseden ve çeşitli uyarılar içeren
yazıda şöyle bir bölüm vardı; ”
Bürokraside dava bilinci ve ehliyet/liyakat bir arada olmadığı sürece bu
savaşın zora gireceği hep konuşuldu. Ama maalesef dava bilincini rüyasında
görmemiş isimler bir de ehliyetsiz elleriyle zarar üstüne zarar verdiler.
Kurumlar günden güne geriye gitti. Şahsi hesaplar ve husumetler ana gündem
oldu”
Buna benzer söylemleri son aylarda
çok duymasam ilgi göstermezdim. Sadece ekonomiyle ilgili kurumlarda değil. Kamuda
nerede bir başarısızlıktan, yanış giden işten, karar alma sürecindeki
sıkıntılardan bahsedilse, karşınıza “savaş” ve “dava bilincine aykırılık” çıkıyor.
Benim bildiğim TBMM kararı
olmadıkça ülkenin savaşa girmesi mümkün değil. Öyle bir karar olmadığına göre dış
düşmanla savaşta değiliz. Eğer kastedilen ülke içindeki siyasi mücadele ise o
da “savaş” olarak nitelendirilemez. Çünkü savaşta iken yapılan her şey
mubahtır. Öldürmek de dahil. Bu nedenle “savaş” kelimesinin “teşbih” olarak
yazıldığını kabul etmek istiyorum.
Bana göre devlette bir tek dava
(!) vardır: Ülkeyi sevmek, kamu eliyle
zengin yaratmak için devleti soymamak. Bunu “dava” olarak kabul etmeyenin
ne kamuda ne de özel sektörde bir işi olamaz. Olmamalı. Sahtekârın, hırsızın, kul hakkı yiyenin devlet memuru olması yasal
olarak da mümkün değil. Dolayısıyla, devlet işlerinde bir partiye göre,
çalışana göre değişen bir “dava bilinci”
olabileceğini düşünemiyorum.
O zaman bu “dava bilinci”
söylemi ne anlama geliyor acaba?
Biz 1978 yılında kamuda işe
başladığımızda büyüklerimiz bizi, “iktidarın
değil devletin memuru olun” diye çok ilkeli bir şekilde uyardılar. Sonraki
tecrübelerimiz bu basit ama önemli gerçeği defalarca gösterdi. İktidarlar
değişirken memurlar da değişirse devletin devamlılığı kalmıyor. Daha önemlisi, iktidarın her dediğini yapan
memur, yapılan yanlışlar konusunda siyasetçileri uyarmıyorlar. Çünkü onların
amacı devlete değil partiye hizmet etmek. Böylelikle olabildiğince hızlı
bir şekilde milletvekili olmak veya kamuda üst düzey görev almak.
Ayrıca kamuda işe girerken
ehliyet/liyakat yerine “hamili kart yakınımdır” ilkesi geçerli olunca, o
kurumda iş yapma, uzmanlaşma, karar alma, atama, moral gücü vb. etkenler bozuluyor.
Dahası işe göre adam değil, adama göre iş uygulaması hayata geçiyor.
Sonunda kurumlarda devlete aidiyet
duygusu yok oluyor. Yani çalışan kurumsal kimlik kazanamıyor. Çünkü çok iyi biliyor ki, işe girerken
kurallar eşit uygulansaydı o işe sahip olamayacaktı. Onu işe alan bilgisi
değil “kart” sahibi. O da kuruma karşı
değil, o şahsa ve/veya partiye karşı bir bağlılık duygusu taşıyor. Partinin
bir dahaki seçimi kazanabilmesi için yapılması gerekenleri, kurumun, daha
doğrusu devletin, uzun vadeli çıkarlarının önüne koyuyor. Bazen günü
geçiştiriyor, çoğu zaman ben de bu pastadan ne kadar pay alabilirim diye
düşünmeye başlıyor. Devletin memuru
olamıyor.
Eğer devlette iş bulmak,
çalışmak ve yükselmek için ehliyet/liyakat yetmiyorsa, bir de siyasetçiler bu
yönde bilinçli bir tercih koruyorlarsa, çalışan eninde sonunda “davanın adamı”
oluyor.
Devlet, kurumsal olarak erozyona
uğruyor, zayıflıyor.
Son söz: Mevkilerini
para ile alanlar, masraflarını geri alma gayretine düşerler. (Aristo)
Hakan Hocam ellerine sağlık. Sığ ve öngörüsüz insanların hırsı kurumların ve kurumsal bilincin yok olması sonucunu doğuruyor. Bu durumun sakıncalarını bir süre sonra daha belirgin olarak yaşayıp göreceğiz.
YanıtlaSil