Aslında
hikâyenin bu bölümü 1980’li yılların sonlarında başlıyor.
Dünya
tek kutuplu hale dönüşüyor, Sovyetler Birliği yıkılıyor, sosyalizmin çöktüğü
ileri sürülüyor. Kapitalizm, Çin dâhil birçok ülkede zaferini ilan ediyor. Ardından çokuluslu şirketler hızla dünyaya
yayılmaya başlıyorlar. Fabrikalarını ucuz emek cennetlerine taşıyorlar,
maliyetler düşüyor, karlar artıyor.
Sermayedarlar, artan gelirlerini
yeni sabit yatırımlar yerine, borsalara ve diğer kısa vadeli piyasalara
yatırılıyor. Parayla para kazanma hızlanıyor.
Buna
karşılık, emeğiyle geçinenlere
Çin’le, Bangladeş’le, Vietnam’la rekabet edebilmek için düşük ücreti
kabullenmek veya işsiz kalmak arasında seçim yapmaları öneriliyor.
Öneriliyor
ancak, düşük gelir bir yandan daha az harcama ile tüketimi ve ekonomik büyümeyi
vururken diğer yandan tasarrufların azalmasına dolayısıyla cari açığın büyümesine
yol açıyor. Sonuç olarak önce ülkeler,
ardından şirketler ve hanehalkları borçlanmaya yönlendiriliyorlar.
Gelirleri yetmeyince kredi ile ev, araba, gıda harcaması yapmaya başlayan
insanlar her geçen yıl daha çok borç batağına batıyorlar.
Böylelikle
gelir dağılımı uçurumu daha da bozuluyor. Fark açılıyor.
Bu
arada, önce uluslararası dev bankaların ve finans şirketlerinin tabi olduğu
kurallar gevşetiliyor. Teorik olarak bir birim sermaye ile en fazla on kat kadar
risk almaları gerekirken, bu oranın 20’li 30’lu rakamlar çıkmasına göz
yumuluyor. Örneğin 90 milyar Euro sermayesi olan bir Avrupalı finans devi 2,1
trilyon Euro büyüklüğünde aktif oluşturabiliyor.
Bankalar daha fazla
gelişmekte olan ülke riski taşımaya, oralarda borç vermeye, yüksek getirili
türev işlemler yapmaya başlıyorlar.
Merkez
Bankaları, bu tür gelişmelere engel olmak yerine, faiz düşürerek yardımcı
oluyorlar. Düşük faizler önce dev bankaları sonrada onlardan ucuz kredi
alanları mutlu ediyor.
Veya
borç alanlar mutlu olduklarını sanıyorlar.
Alınan
borçların geri ödeneceğini kimse düşünmüyor. Gelişmekte olan ekonomilerde karar alıcılar buna dur diyecek önlemleri
ve söylemleri hiç gündeme getirmiyorlar. Popülizm önceki yıllarda sadece sol
siyasetin vaz geçilmez aracı iken artık sağ siyasetçiler de bu siyasi yanlışın
içine düşüyorlar. Böylelikle inanılmaz bir körlük, vizyon daralması ve kısa
vadecilik ortaya çıkıyor. Öyle ki, seçmende kendisini uyanık/kurnaz sayarak
“kim daha fazla verirse oyum ona” yaklaşımı sergiliyor.
Politikacılar da bu talebe cevap veriyor, tüketici kredisi ile gıda
alış verişi yapan seçmene “yapay yeryüzü cenneti” vaat ediyor.
Gerçekleri
söylemiyorlar. Ancak, geri ödeme günü gelince de, bankacılara “Baştan niye
verdiniz? Sizin malınızı ithal edelim tüketelim diye vermediniz mi? Bizi
sömürmediniz mi?” demeye başlıyorlar.
Bunlar
doğru. Borçlar bu amaçla verildi. Ancak
alırken ses çıkarmayanlar, halka “el atına binip çalım satmayın” demeyenler,
son anda ortaya çıkıp “halk dalkavukluğu” yapıyorlar.
İşte
ben buna karşıyım. Yurtsever demokrat bir siyasetçinin, siyasi olarak kendisine yaramasa
bile, topluma doğruları söylemek gibi bir görevi olmalı.
Sakın
yanlış anlamayın. Yunan halkının verdiği mücadeleyi desteklemeyen, onların daha
da fakirleşmesini engellemeyen yanlış yapar. Ayrıca unutmayın “üç vakte kadar
(!)” benzeri sorunları Türkiye’de de yaşayacağız. “Biz Türk’üz bize bir şey
olamaz” diyenlere kanmayın. Aşırı borçlarınızı azaltmaya, tüketiminizi
düşürmeye bakın. Yoksa Behiç AK’ın
aşağıdaki harika karikatüründe belirttiği gibi hakkımızı arayamaz duruma
düşeriz.
Bir
de, dünya iktisadi nizamatını yönetenlerin verdikleri paraları geri
istemeyeceklerini düşünmeyin. Belki bir
kısmından vaz geçmeye hazır olabilirler.
Ama tümünü alamazlarsa ortalık karmakarışık olur, nizam bozulur. Beklenmeden,
yenisi kurgulanmadan bozulan her düzenin ardı kaostur.
Böylesi
bir ortamda aşırı borçluların tsunamide boğulması kaçınılmazdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder