Türkiye’nin dış borç stoku, 2018 yılı sonunda 445 milyar dolara inmiş. Verilere
nominal büyüklük olarak bakınca sevinilecek bir gelişme.
Ancak, milli gelire oran olarak
hesapladığımız reel borç yüküne
bakınca iş değişiyor. Daha önce belirttiğim gibi, 1989 yılından bu yana en
yüksek düzeye ulaşmış. Rekor kırılmış.
Aşağıdaki grafikten de görüldüğü üzere, 2001 krizinde %56,5 olan dış borç/GSYH
oranı, geçen yılsonunda %56,7 olmuş.
Dış borçların 298,4 milyar doları (% 67’si) özel sektöre ait. Oysa önceki kriz
yıllarından önce, 1993 yılında özel sektörün dış borç stokundaki payı sadece
%33, 2000 yılanda ise %46 imiş.
Şimdi bu saptamalardan yola çıkarak,
yazıya bir kaç soru sorarak devam edeyim.
Grafiğe bir kez daha bakın. 1994 ve
2001 Krizlerinden önce dış borç/GSYH (milli gelir) oranı yükselmiş. Sonra 5
Nisan 1994 ve Şubat 2001 ‘te birçok önlem alınınca, reel dış borç azalmış.
O zaman bunu başarmak daha kolaydı.
Çünkü borçlu olan Hazine, yani kamu kesimi. Her iki dönemde de çözüm için IMF
programları uygulanmış. Kamuda gelir ve harcama önlemleri alınmış, devletin
borç ihtiyacı azaltılırken, dış borç geri ödeme yeteneği artırılmış.
Yani o zaman sorun devlette olduğu
için çözüm de devlet üzerinden bulunmuş.
Oysa şimdi borçlu olan özel sektör. Borç azaltması gereken
şirketler ve bankalar.
Bir hatırlatma yapayım. Bankalar
dışarıdan aldıkları borçla, içeride şirketlere döviz kredisi verdiler. Dış borçlarını
geri ödemek için, şirketlere verdikleri kredileri tahsil etmeleri şart.
Peki, şirketler dış borçlarını
ödemekte zorlanırlarsa ne olacak?
Herkes 8 Nisan’da açıklanacak “Yapısal
Reform Programını” (!) bekliyor. İçeriği konusunda çeşitli spekülasyonlar
yapılıyor.
Öncelikle bir saptama yapmama izin
verin. Gelinen aşamada yapısal reformların
ön koşulu hukuk reformu. Bunun en önemli parçası yasama, yürütme ve yargı
arsındaki güçler ayrılığı ilkesinin, çok güçlü bir şekilde hayata geçirilmesi olmalı.
Buna ek olarak hukukun üstünlüğü, tüm yanlarıyla tesis edilmeli.
Yanı sıra, mesleki eğitimi öne
çıkaran bir eğitim reformu da olmazsa
olmazlardan.
Bunlar yapıldıktan sonra vergi reformu, şeffaflık/hesap verilebilirlik,
kayıtdışılıkla mücadele, kamu ihale sisteminde değişiklikler gibi başlıklar
geliyor. Sanayileşmeyi öne alan ve tarımsal
üretimin arttıran teşvik ve destekleme sistemi de unutulmamalı.
Bunlar olmazsa olmaz. Ama yeterli
değil. Asıl sorun, yukarıda da değindiğim gibi dış borçların ödenmesi,
azaltılması.
Buna yönelik pek öneri duyulmuyor.
Sadece son günlerde utangaç bir şekilde, “kötü
banka” lafları telaffuz ediliyor. Bundan kast edilen, bankacılık
sektöründeki batık kredilerin bir “kötü banka” da toplanması ve böylelikle
bankaların tekrar daha fazla kredi verme yeteneğine kavuşması.
Kimse bunun nasıl olacağını
konuşmuyor. Batan kredileri üstlenen “kötü banka” dış borçları ödemek için
nereden kaynak bulacak? Hazine mi borçlanıp ona verecek? Yoksa o banka, hazine
garantisi ile dış borç alıp, batık kredilerin borçlarını mı ödeyecek?
Soruyu daha geniş bir perspektiften
soralım: Batan şirketlerin yükleri
vatandaş tarafında mı ödenecek?
Soru çok. Batak kredileri kim
seçecek? Dikkatli, titiz inceleme yaparak kredi veren ve batağı az olan
bankalar ödüllendirilecek mi? Veya tam tersi bir soru sorayım: Önüne gelene
kredi verenler nasıl cezalandırılacak? Dahası şirketlerini iyi yönetemeyen
hissedarlara bir yük gelecek mi? Gelecekse nasıl hesaplanacak? Hangi kurum, hangi
kurallara göre, cezayı nasıl uygulayacak?
Bu ve benzeri sorulara yeterli, tatmin
edici cevaplar verilmeden hayata geçirilecek “kötü banka”, ileride vatandaşların
vicdanında derin yaralar açabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder