Bugün babamın aramızdan ayrılışının 9. yıldönümü. Onu her geçen gün biraz daha özlüyorum.
Vefatından sonra (o günlerde köşe yazdığım) HaberTürk gazetesinde yazdığım yazımı tekrar yayımlıyorum.
Son beş ayda hem annemi hem babamı kaybettim.
Doğrudur, sıradan bir olay, hayatın gerçeği. Ama bir de bana sorun. Baba ocağım söndü. Düne kadar baba ocağı ne demek pek bilmezdim. Hayat yavaş yavaş öğretmeye başladı.
Doğrudur, sıradan bir olay, hayatın gerçeği. Ama bir de bana sorun. Baba ocağım söndü. Düne kadar baba ocağı ne demek pek bilmezdim. Hayat yavaş yavaş öğretmeye başladı.
Babam bir Cumhuriyet çocuğuydu.
Ne demek istediğimi biraz açayım. Babam ilkokula şartların zorluğu nedeniyle, komşu köyde, 12 yaşında başlamış. Her gün iki saatlik dağ yolunu yürüyerek aşıp okula gitmiş. O yıllardaki koşullar nedeniyle bir derslikte birkaç sınıf bir arada okumuşlar.
Hayatta, diğerlerinin yanı sıra, iki büyük ideali vardı: Çocuklarının aileye ve ülkeye hayırlı birer insan olması ve üniversite eğitimi alması.
Üç cocuğunu okutabilmek için annemle verdikleri inanılmaz mücadele çevreye örnek olmuştur. Bana olayı anlatanların aktardığına göre, en küçüğümüz olan kız kardeşimin üniversiteye giriş sınavını kazandığını öğrendiğinde, dualarının kabul olduğunu sevinen babamın gözleri dolmuş. Hemen şükür namazı kılmış. Eğitime, özellikle kız çocuklarının okuması konusuna verdiği önemi devamlı hatırlayacağım. Bu bağlamda, Atatürk’ün kadınların eğitimine verdiği önceliği hep bize hatırlatırdı.
Bizleri yetiştirirken verdiği öğütlerden birisi de yurtseverlik ve ülkeye karşılıksız hizmet anlayışıydı. Devlet malına göz dikenlerden nefret ederdi. Haram lokma ve/veya kul hakkı yemek en büyük korkusuydu.
Hiç unutmam, babamdan yediğim ilk ve son tokat bir Devlet Malzeme Ofisi (DMO) kalemi yüzündendir. Tıraş olmak için, emekli olmadan önceki son görev yeri olan Genel Kurmay Başkanlığı’na giderdim.
Bir defasında ev ödevim için lazım olur diyerek onun masasındaki, bir ucu mavi bir ucu kırmızı, yarıya kadar kullanılmış bir DMO kalemini, ona haber vermeden, almıştım. Akşam eve geldiğinden oturma odasındaki masada ödevimi yaparken kalemi gördü ve nereden bulduğumu sordu. Ben de onun dairesindeki masasından aldığımı söyledim. Önce gözlerime bir baktı, “Ben seni devlet malını çalasın diye mi oraya götürüyorum?” dedi ve…
Devlet malını çalmanın kul hakkı yemek olduğuna inanırdı. Ona göre; vergi kaçıranlar, ihaleye fesat karıştıranlar, devlet malını çalanlar, yağmalayanlar mutlaka cezalandırılacaktı. Bu dünyada gördükleri itibar, kendileri gibi olanlardandı.
O tokat, kamuda görev yaptığım sırada bana hep rehber oldu. Devletin yüzlerce milyar liralık naktini ve iç borcunu, arkadaşlarımla beraber yönetirken, kör kuruşun hesabının birgün bizden sorulacağına inanarak çalıştım. Önümüzden koca bir nehir gibi akan milyarlarca liraya bir çay kaşığı bile uzatmadık. Elimizden geldiğince uzatanlarla mücadele ettik. Kul hakkı, haram lokma yemedim. Yorucu, zor ancak bir o kadar da şerefli görevimi layıkıyla tamamlamaya çaba sarf ettim.
Bir başarıdan söz edilebilirse bunda, aldığım eğitim kadar, pamuk elli babamın tokatının da çok önemli katkıları olduğunu biliyorum.
Güle güle baba. Bana verdiğin her şey için çok teşekkürler. Mekanın cennet olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder