29 Haziran 2017

Sıcak para yatırımcıları reel kur endeksi değişimine göre kara veriyor

Biliyorum, dolarizasyon hakkında yaptığım uyarılar sıklaşmaya ve sıkıcı olmaya başladı. Ancak ekonomik gelişmelere biraz yakından bakmaya başlayınca iş dönüp dolaşıyor dövize dayanıyor.
Hazine’de yetişen ve uzun zamandır finans sektöründe çalışan değerli arkadaşım Hakan Aklar dikkatimi çekince verileri derlemeye çalıştım. Gördüm ki, reel kur endeksi ile sıcak paracıların davranışları arasında yakın bir ilişki var.
Biliyorum, bazılarınız “Daha yeni mi anladın? Ekonomiye giriş ders notlarına baksaydın yeterdi.” diyecekler. Haklılar. Ama benim görmem kadar sizlerin bilmesi de önemli olduğu için aşağıdaki grafiği hazırladım. (Umarım konuyu kısaltmak zorunluğu nedeniyle çok hata yapmadan özetleyebildim.)
Önce reel kur endeksi nedir ona bakalım. “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) tarafından hesaplanan reel efektif döviz kuru endeksleri ülkemiz fiyat düzeyinin dış ticaret yaptığımız ülkelerin fiyat düzeylerine oranının ağırlıklı geometrik ortalaması alınarak hesaplanmaktadır.”  Basitleştirilmiş formülü şöyle: Reel kur = TÜFE (TR) / [Nominal kur x TÜFE (yabancı)].
Görüldüğü gibi, nominal kur arttıkça reel efektif kur endeksi düşüyor. Böylesi bir gelişme, yerli mal ve varlıkların fiyatlarının yabancılar için ucuzlamasına yol açıyor. Diğer bir deyimle, yabancılar aynı dövizi harcayarak daha fazla TL fiyatlı mal alabiliyorlar.

23 Haziran 2017

Kamu borçlanması da hızla artmaya başladı

Borç yöneticilerinin bir temel kuralı vardır: Faizler yükselirken borcunu azalt, düşerken ihtiyacın kadar borçlan.

Gelin bu ilke ışığında gelişmelere göz atalım.

Son aylara kadar dünyada faizlerin yönü konusunda çok fazla tartışma yoktu. Şimdi yavaş yavaş, başta FED olmak üzere parasal sıkılaştırma, bilanço küçültme dönemine doğru gidildiği konuşuluyor. Politika yapıcıların söylemelerinde ne kadar tutarlı olduklarını zaman gösterecek. Ancak beklenmedik siyasi ve ekonomik gelişmeler olmazsa eğilimin yukarı yönde olduğu söyleyebiliriz.

O zaman, başlangıçtaki kural gereğince; ülke olarak kamudan başlayarak, özel sektör ve hane halkının sırtında ağırlaşan borç yükünü azaltacak önlemler almanın zamanı geldi. Hatta geçiyor bile.

Özellikle 2009 Küresel Krizinden sonra hızla artan reel sektörün ve hane halkının borçlanmasını, önce yavaşlatmak sonra düşürmek için bir şeyler yapılması gerekiyor. Eğer gecikilirse, dünyada faizler daha fazla yükselmeye başlayınca ekonominin zorlanması, belki de krize girmesi kaçınılmaz olacak.

20 Haziran 2017

Bürokrat “dava adamı” olmalı mıdır?

Ekonomiyle ilgilendiğim için bana ulaşan sosyal medya iletilerini dikkatle okumaya çalışırım. Elimden geldiğince farklı düşüncelere, yaklaşımlara ulaşmaya, onları anlamaya ve aklım yettiğince değerlendirmeye gayret gösteririm.

Bu bağlamda geçenlerde bir yorum ilgimi çekti. Ekonomi bürokrasisinden bahseden ve çeşitli uyarılar içeren yazıda şöyle bir bölüm vardı; ” Bürokraside dava bilinci ve ehliyet/liyakat bir arada olmadığı sürece bu savaşın zora gireceği hep konuşuldu. Ama maalesef dava bilincini rüyasında görmemiş isimler bir de ehliyetsiz elleriyle zarar üstüne zarar verdiler. Kurumlar günden güne geriye gitti. Şahsi hesaplar ve husumetler ana gündem oldu”

Buna benzer söylemleri son aylarda çok duymasam ilgi göstermezdim. Sadece ekonomiyle ilgili kurumlarda değil. Kamuda nerede bir başarısızlıktan, yanış giden işten, karar alma sürecindeki sıkıntılardan bahsedilse, karşınıza “savaş” ve “dava bilincine aykırılık” çıkıyor.

Benim bildiğim TBMM kararı olmadıkça ülkenin savaşa girmesi mümkün değil. Öyle bir karar olmadığına göre dış düşmanla savaşta değiliz. Eğer kastedilen ülke içindeki siyasi mücadele ise o da “savaş” olarak nitelendirilemez. Çünkü savaşta iken yapılan her şey mubahtır. Öldürmek de dahil. Bu nedenle “savaş” kelimesinin “teşbih” olarak yazıldığını kabul etmek istiyorum.

17 Haziran 2017

Ekonomide başarının göstergesi: Daha az işsizlik

Hepimizin ortak kaygısı aynı. Mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmek. Aslına bakarsanız bunlar göreli kavramlar. Kişiden kişiye değişiyor. Mutluluk, kimine göre spor araba sahibi, kimine göre makam sahibi olmak. Bir başkasına göre, karnının doyması, elaleme muhtaç olmamak.
Ancak mutlu olabilmek için hepimiz ortak yanları var. Karnımız doymalı, uyumalıyız, bir konutumuz olmalı vs. Bunlar için para gerek. Parayı da eğer aileden yüklü bir miras kalmadıysa, hırsız değilsek, çalışarak kazanmak zorunayız.
Yani bir işimiz olmalı.
İş adamı, esnaf, çalışan olabiliriz. Fark etmez. Alnımızın teriyle çalışıp, para kazanıp, vergimizi verip geçimimizi sağlamak en temel amacımız. Böylelikle önce karnımızı doyuracak, sonra ailemizin ihtiyacını karşılayacak, paramız yeterse eğlenecek, kültürel faaliyetlere katılacağız.
Bunların hepsini bize içinde yaşadığımız ekonomik ortam sağlar. Sürekliliği olan ve geliri yeterli bir işe sahip olmak ekonominin durumuna bağlıdır. Eğer devamlı büyüyen bir ekonomide yaşıyorsak iş ve aş sorunumuzun olmayacağını söyleyebiliriz. Kişisel başarısızlıklar dışında bir risk olmazsa bizi olumsuz etkileyecek çok fazla etken olmayacaktır.
Dolayısıyla bir ekonomi politikasının temel başarı göstergesi istihdamdır. Eğer o ülkenin ekonomik sınırları içerinde yaşarken sürekliliği ve doyurucu geliri olan bir iş bulabiliyorlarsa sorun yoktur.

15 Haziran 2017

Ronaldo, Messi ve bizdeki vergi sistemi

Futbolda, Real Madrid’li Ronaldo ile Barcelonalı Messi, iki büyük isimdir. Sadece İspanya’da değil dünyada da onları seyretmek için gece uyumayan milyonlarca insan var.

Aldıkları bunca ödüle rağmen, önce Messi’nin şimdi de Ronaldo’nun vergi kaçakçılığından yargılanıyor. Messi 4,1 milyon avro vergi kaçırdığı suçlamasıyla 21 ay hapis ve 2,1 milyon avro para cezası almıştı. Son olarak Madrid Savcılığı, Ronaldo’nun 14,7 milyon Avro vergi kaçırdığını iddia etti.  Mahkemenin dava açılması için gerekli delillerin bulunduğuna karar vermesi halinde Ronaldo, vergi kaçırma iddiasıyla sanık koltuğuna oturacak.

Siz hiç Türkiye’de böyle bir olayın yaşanabileceğini düşünüyor musunuz? Liglerde top koşturan yerli veya yabancı futbolcuların vergi konusunda sıkıntıları olsa mahkemeye verilebilir mi? Bırakın futbolcuyu hiç vergi kaçakçılığı nedeniyle mahkemelik olmuş tanınmış bir şahsiyet duydunuz mu?

11 Haziran 2017

İngiltere seçimleri ve biz

1996 yılı sonunda, Tony Blair’in ilk seçim zaferini kazandığı günlerden önce Londra’daki görevime yeni başlamıştım. Seçim çalışmalarını elimden geldiğince izliyor, sistemi anlamaya ve değerlendirmeye çalışıyordum.
İlk olarak İngiliz İşçi Partisi’nin klasik sol söylemden uzaklaşan, neoliberal “Üçüncü Yol” yaklaşımı dikkatimi çekmişti. Kısaca “ne sağcı ne solcuyuz, orta yolcuyuz” deyişiyle özetlenebilecek bu politika, Ms. Teacher sonrasının Muhafazakâr Britanya’sında ses getirmeye başlamıştı.
T. Blair hatırı sayılır bir zaferle iktidara geldi. Ardından 2003 Irak işgaline kadar, kendince başarılı, bir iktidar süreci yaşadı. Ancak Körfez Krizi sırasında kimyasal silah kullanıldığı yalanı dahil birçok ABD politikasına destek verdiği için, kredisini kaybetmeye başladı.
Britanya’nın zarar gördüğünü değerlendiren İşçi Partisi, Başbakanı istifa ettirdi. Yerine Hazine Bakanı Gordon Brown’ı getirdi. İngilizlerin dediği gibi, yılan bir taşın arkasında derisini değiştirdi. Hepimiz onu başka, yeni bir yılan sandık. Önemli olan, bir ülkenin uzun vadeli çıkarları söz konusu olunca, devletin aldığı tavırdı. Kişiler hiçbir zaman ülkenin çıkarlarının önüne geçemiyordu.
Aradan yıllar geçti geçen hafta yapılan erken seçimde, İşçi Partisi Jeremy Corbyn önderliğinde, yeni bir zafere imza attı. Tek başına iktidar olamasa da oy oranını önemli oranda yükseltti. Büyük ilgiyle karşılanan bu gelişmenin en dikkat çekici yanı, partinin klasik sol çizgisine geri dönüşü içeren seçim manifestosuydu.
Refah devletine geri dönüşü önceleyen, kamulaştırma, vergi politikasında köklü değişiklik, vb. politika seçenekleri özellikle Avrupa’da ilgi gördü. Yoğun tartışmalar başladı. “Acaba liberal politikaları benimseyerek politika yapan Avrupalı sosyal demokratlar da İngiliz İşçi Partisi’ni örnek almalı mı?” sorusu her yerde günün konusu oldu.
Olayın etkisi doğal olarak bize kadar geldi.

7 Haziran 2017

Yılın ikinci yarısında ekonomide ne olur?

Hatırlarsınız. Daha birkaç ay öncesiydi.
Siyasi ortam hem dışarda hem de referandum nedeniyle, içeride belirsizdi. Trump’ın Amerika’sı, Brexit sonrası Avrupa, Ortadoğu’daki savaşlar gibi dış etkenlere bizde rejim değişikliği getiren hayati bir oylama eklenmişti. Belirsizlikler bugüne oranla daha fazlaydı.
O günler aynı zamanda dövizde yukarı hareketlenmenin yaşandığı günlerdi. Ortalık “Dolar kaça kadar çıkar? Ne olacak bu ekonominin hali?” sorularından geçilmiyordu.
Sonunda Merkez Bankası, politika faizlerini değiştirmedi ama geç likidite penceresi faizlerini yüzde 8’lerden yüzde 12’lere çıkardı. Böyle bir tercih yapmasının nedenini, şartların geçici olduğuna bağlayarak açıkladı. Yetkililerin açıklamalarından, bir süre sonra ortam normale dönünce normal politika faizleri devreye girecek anlamı çıkarıldı.
Yanı sıra Referandum öncesinde, bankalar Kredi Garanti Fonu kefaletiyle çok kısa sürede 180 milyar lira kredi dağıtarak rekor kırdılar. Ancak yeterli TL kaynağı olmayan bankalar kredilere kaynak arayışına girdiler ve TL’sına yüksek faiz vermeye başladılar.
Aynı dönemde enflasyon da yükselme eğilimindeydi. O da faizlere baskı yapıyordu.

3 Haziran 2017

Hane halkının borçları kısa vadeli

Ailelerin borçluluğu başlığını, çok tartışılan ve bilinen bir konu olmasına rağmen tekrar ele alma gereği duydum.
Çünkü bazı yorumcular “Borçları var ama varlıkları da var. Veya Amerika’da da hane halkı borçlu. Hem de onların borçları, varlıklarından daha fazla. Bizde öyle değil.” gibi, bana anlaşılmaz gelen görüşlere sahipler.
Öncelikle rakamlara bir göz atalım.
Merkez Bankası Finansal İstikrar Raporlarında, 2013 yılından bu yana yer alan hane halkının yükümlülükleri verilerini içeren tablo aşağıdadır. Görüleceği üzere 3,5 yıl önce 359 milyar lira olan toplam yükümlülükler, yüzde 39 artışla 500 milyar liraya ulaşmış.
Mart 2017 itibariyle, toplam borçların yüzde 38’i konut alımı, yüzde 3,5’ğu taşıt alımı için alınan kredilerden. İhtiyaç ve bireysel kredilerin toplam içindeki payı yüzde 55’ten fazla. Buna, bankaların varlık yönetim şirketlerine devrettikleri alacakları da eklerseniz, konut dışı krediler yüzde 60’a yaklaşıyor.
Gelelim yapılan yorumların doğruluğuna.