Sayfalar

18 Mayıs 2019

100 yıl önce Samsun’a çıkmak

Bazen ekonomik, siyasi hatta kişisel konularda zorlandığım zaman “Acaba şu kişi veya şu insanlar bu sorunu nasıl çözerdi?” diye empati yapmaya çalışırım. Bazen de özellikle boş kaldığım zamanlarda, okuduğum kitaplardan, izlediğim, duyduğum haberlerden etkilenirim. Oturup “Ben olsaydım ne yapardım?” diye kendime sorarım.
Bugün yaşadığımız sosyo-poliltik ve ekonomik sorunları düşündükçe, 1920’lerin, dünyasını, Türkiye’sini daha çok merak etmeye başladım.
Karmakarışık bir ortam, I. Dünya Savaşı’nın sonrası. Avrupa harap olmuş. Rusya’da sosyalist devrim zafer kazanmış. Dünya bir yandan yıkıntılarla boğuşuyor, diğer yandan umutla kaybolmuyor.
Böylesi umudun yeşerdiği topraklardan birisi, belki de yeganesi, Anadolu. O da yıllardır süren savaşların etkisiyle beşerî ve fiziki sermayesini kaybetmiş. Genç bir general eski bir deniz aracına biniyor, Samsun’a gidiyor. Amacı yok olmakta olan ülkeyi emperyalizmin elinden kurtarmak. Hamaset olsun diye yazmıyorum. Elinde hiçbir şey yok. Tek olan şey, yurt sevgisi ve halkına olan inancı. 
Şimdi düşünün. Empati yapmaya çalışın. Bugün kaç kişi aynı şartlarda o gemiye biner? Yanlış anlaşılmasın, ülkesini sevdiği için, bugün de emperyalizmin işbirlikçilerine karşı can siperane savaşanlar var. Ama o günler çok farklı. Bugün mücadele edenlerin arkasında, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan devlet ve millet var.
Bugünden farklı olarak, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının en büyük özelliği idealist, yurt sever olmaları. Çağdaş medeniyet düzeyine ulaşmak gibi bir amaçları var. Bunun için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırlar.
İki ana hedefle yola çıkıyorlar: Sanayileşme ve aydınlanma.
Osmanlı’da her şey sarayın, İstanbul’un karnını doyurmak üzerine tasarlanmış. Sistem ganimet üzerine kurulduğu için, savaşmak lazım. Ama düşünme yeteneği olmayan “dönemin müesses nizam”, savaşın bir teknolojik mücadele olduğunu anlayamadığı için devlet yıkılmaya mahkûm oluyor. Batı dünyasındaki değişimin nedenini ve önemini anlayamayan yapı ülkeyi dış borç batağına, Duyun-u Umumiye tuzağına sokuyor ve koca imparatorluk yıkılıyor.
Dağılma dönemini gençleri olan Cumhuriyetin kurucuları üretime ve aydınlanmaya önem veriyorlar.
İlk işleri TBMM’yi kurmak. Tek kişi yönetimine isyan ettikleri, hatalı kararların ülkeyi getirdiği yeri gördükleri için halkın temsilcileri eliyle karar almayı ilke ediniyorlar. Hatta, bana göre bu işi biraz abartıyorlar. Düşman Polatlı’ya kadar geldiği halde Meclis, top seslerine rağmen çalışıyor. Böylelikle bir anlamda, padişaha meydan okuyorlar. 
Meydan okumaları bununla kalmıyor. Din ile devlet işlerini birbirinden ayırarak, halkın devlet işlerini düşünmeyi başlamasına ve yönetime katılımını sağlamaya çabalıyorlar. Teokratik devlet düzenini yıkarak, halkın kendi iradesiyle karar almasını amaç ediniyorlar. 
Yanı sıra üretimin sanayileşmeden geçtiğini bildikleri için, şeker, bez, ayakkabı, demir-çelik vb. üretimine, tarımın modernleşmesine, girişimciliğin artmasına özel öncelik veriyorlar. 
Çağdaş eğitim, aydınlanmanın ilk adımı. Okar-yazar olmayan topluma eğitim verebilmek için Anadolu’nun en ücra köşelerine gidiyorlar. (Bugün gençleri Ankara, İstanbul, İzmir dışına göndermek için devlet ek tazminat veriyor.) Tek amaçları insanların düşünme yeteneğini geliştirmek. 
Tümünü ülkeyi emperyalizmin elinden kurtarmak için yapıyorlar. Bu uğurda gerekirse ölümü göze almaya hazırlanıyorlar.
En önemlisi o mücadele azmi, o idealizm, o yurt sevgisi…
İşte bu tecrübeyi, bir süreliğine de olsa onlarla beraber yaşamak, onlardan öğrenmek isterdim. Tabi sonra dönüp, bugünkü yıkıcı sorunların çözümünün tekrar o anlayıştan geçtiğini gençlere anlatmak. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder